8 Nisan 2012 - İstanbul
Kazadan Önce Nasıl Biriydim?
Bu soruyu düşününce kendimi tuhaf hissediyorum. Çocukluğuma bakınca bazen kendimi seri katillere benzetiyorum. Seri katillerle ilgili birkaç kitap okudum. Genelde çoğunun çocukken bile duyguları yokmuş. Hayvanlara eziyet etmeleri örnek gösterilebilir. Buna karşılık anne ya da babaya karşı sevgi duydukları halde karşılık görememe gibi durumları olmuş. Kendime baktığımda ben küçükken hayvanlara karşı duygusalken anne babama ya da bir akrabama ahım şahım bir sevgi duyduğumu hatırlamıyorum. Ben annemi kazadan sonra tanıdım sevdim. Hatta şu an annemle aramda çok farklı bir bağ var. Annem beni hep sevmiş ama ben bunu görmek istememişim ya da görmemişim.
Küçüktüm belki yedi yaşında, Sultanahmet'teydik. Yerde zıplayarak giden serçeleri görmüştüm. Babama "bunlar neden yürümüyor da zıplıyor" diye sordum. Babam onların yürüyemediğini söyleyince "niye yürüyemiyorlar" diye çok üzülmüştüm. Orada o meydanda dünya başıma geçti; “diğer her şey yürüyor da bunlar neden yürüyemiyor?” Herhalde zıplayarak gitmeyi kötü bir şey zannetmişim. Demek ki duygularım varmış. O zaman ne olmuş da anne babamı, akrabalarımı hiç görmemişim? Bu konuda bir fikrim var.
Büyük babam ve babaannem, evlenmemesi gereken iki insanmış ama evlenmiş ve ortaya arızalı çocuklar çıkmış. Büyük babamla babaannemin genlerinde müthiş bir zihin hastalığına yatkınlık varmış. Sadece bu da değil. Sevgi, duygu, empati vs çocuklara geçmemiş. Babam üç kardeş ama üçüyle de görüşmüyor, konuşmuyor. İnsanları sevmek öğretilmemiş.
Küçük amcam atipik psikoz. Amcam üniversite okumuş, kafa çalışıyor fakat insanlarla ilişki kuramıyor. Süper içine kapanık. Askerden geldikten sonra içinde bulunduğu durum iyice orta çıkmış. Bunu çok araştırmadım ama anladığım kadarıyla zorla hastaneye yatırmışlar. Kısa süre yatmış. Hastaneden çıkınca babamla büyük amcamla bir daha konuşmamış. Zorla hastaneye yatırıldığını buradan anlıyorum. İki abi konuşup durumunu anlatmak, ikna etmek yerine yatırmışlar hastaneye. Neden böyle yapmışlar çünkü sevgi, empati nedir bilmiyorlar. Müthiş arızalı genler üç kardeşte toplanmış. Babamla büyük amcam akıl hastalığı konusunda direkten dönmüşler.
Anneannem anlatmıştı; Ersoy dayımla küçük amcam bir otobüs yolculuğu yapmış. Nereye gittiklerini bilmiyorum ama sekiz on saat süren bir yolculuk. Amcam hiç konuşmamış. Uzun yol gidiyorsun. Yanında bir arkadaş var. Nereye kadar konuşmadan durabilirsin? İşte normal değilsen, hastaysan hiç konuşmuyorsun. Bir süre sonra zaten hastalığın ortaya çıkıyor. Annemle babam nişanlandığında ve evlendiğinde babam hiç konuşmazmış. Babam direkten dönmüş demem bu yüzden. Amcama çok benziyor. Babam olmamış ama keşke olsaydı. Hiç değilse belki babam ilaç kullanıp normal insan olabilirdi.
Babamın normal olmadığını şuradan anlayabilirsin; Biga’daki site Türkiye’nin yüz ölçümü en büyük sitesi. Bir kilometre kare. Tatil yapmak için bir yer değil. Sivrisinek büyük problem ama sürekli rüzgâr var. Yazın her yer yanarken biz Biga’da daha rahat oluyoruz. Bu yüzden gidiyoruz zaten Biga’ya. Benden on beş yaş büyük abilerle hatta seksen yaşında amcalarla arkadaşlık yapıyorum. Babamın bir tane arkadaşı yok. Kimseyle konuşmuyor görüşmüyor. Görüşmekten kaçıyor. Babam Kur’an’ın “sakın onlardan olmayın” dediği müthiş kibirli biri. İnsanlara "ben üniversite mezunu eczacı Doğan Bey'im, sen sefil, cahil adamsın/köylüsün" diye baktığı için bütün yaz evde oturuyor, bulmaca çözüyor.
Bir kere Biga’ya geç gittik. Bahçedeki otlar çok büyümüştü. Her sene temizletmek için birilerini bulup ücret karşılığında temizletiyoruz. Baktım babam biriyle bahçeyi konuşuyor. Kadın tanıdık. Yıllardır böyle işler yapar, sebze, süt filan getirir. Babam iki basamak yukarıda kadın aşağıda duruyor. Niye böyle duruyorlar? Çünkü babam köylü kadınla aynı basamakta duramaz. Mümkün değil. Aslında bunun nasıl bir şey olduğunu anlaman için şöyle tarif etmeliyim; babam Ay’da, dört bin katlı bir sarayın teras katındaki iki yüz metre yüksekliğindeki tahtta oturuyor, hafif öne eğilmiş aşağıya bizim bahçedeki kadına bakıyor. Babama göre bahçeyi temizletmek istediği kadınla kendi arasındaki statü farkının fiziksel anlatımı budur. Öyle iki basamak yukarıda değil yani. Bir de bir baktım kadını azarlar gibi konuşuyor. Neyse kadın domates toplama zamanı olduğu için vaktinin olmadığını söyledi ve gitti. Annem “neden kadını azarlar gibi konuştun” dedi. Babam “bunlarla böyle konuşmak lazım” dedi. Böyle kibirli, karşısındakini sefil gören birini zor bulursun; “Ben üniversite mezunu eczacı Doğan Bey’im, sen sefil köylü kadın bahçeyi temizle.” Bahçeyi temizlemeye adam bulamıyorsun bulduğuna da “bunlarla böyle konuşmak lazım” deyip azarlıyorsun. Gerçekten anlamıyorum. Anlayan varsa ahirette anlatsın bana. İşler babama kalsa, babam yalnız yaşasa, bu tavırla kimseyi bulup bir şey yaptıramaz. Bahçedeki adam boyu otların içinden bir yılan çıkar babamı sokar. Kendini herkesten üstün gören babam “sen sefil yılan, üniversite mezunu eczacı Doğan Bey’i nasıl sokarsın” derken verandada ölür.
Bazen benden on beş yaş büyük abilerden biri evin önünden geçerken on dakika uğrar, ne var ne yok diye konuşuruz. Babam içeride durur. Konuşmalarımızı duymasına rağmen dışarı çıkmaz, gelip katılmaz. Gel de normal de şimdi babama.
Büyük amcamın oğlu da böyleymiş. Arkadaşı yokmuş. Evden işe, işten eve yaşıyormuş. Bir insanın liseden, üniversiteden arkadaşları yoksa o insan normal değildir. Lisede üniversitede diğer çocuklar o insanda bir anormallik olduğunu fark edip uzak durmuşlardır. Böyle insanların çalıştığı yerde de arkadaşları olmaz. Babamı iş arkadaşlarından sadece bir kişinin ara sıra aradığını hatırlıyorum. Ba-bam onun namaz kıldığını söylemişti. O kişi Müslüman olduğu için aramaya hassasiyet göstermiş olabilir ama babam onu da hiç aramadı. Büyük babamda babaannemde nasıl genler varmış bilmiyorum ama çocuklara müthiş arızalı genler geçmiş. Daha sonra haber aldım ki büyük amcamın oğlunda da böyle durumlar başlamış. Eve kapatmış kendini, içki ve sigarayla yaşıyormuş. Benim kazadan önceki halimi yaşıyor. Muhtemelen amcam kadar ağır olmasa da hayatını psikolojik bir rahatsızlıkla evde kapalı geçirecek. Belki otuz yaşına gelince ben de böyle olacaktım. Şu an zaten evde kapalı bir hayat yaşıyorum. Bu genler bende var mı etkili bilemiyorum ama bu kaza olmasaydı ben de böyle olabilirdim. Aslında ben de bir tuhaflık hissedip hissetmediklerini arkadaşlarıma sormak lazım. En net cevabı onlar verir. “Vaktiyle ben bir şeyler fark etmiştim” diyen çıkarsa demek ki kaza olmasaydı bende de psikolojik rahatsızlıklar çıkabilirdi.
Ben büyürken, büyüdükten sonra babamın benimle sohbet ettiğini hiç hatırlamıyorum. Edemez çünkü yapısında konuşmak yok. Babam çocuk yetiştirecek en sondan bir önceki kişidir. Babamla benim ilişkim sanki babam şizofrenmiş, ben de babamın zihninin ürettiği hayali biriymişim gibiydi. Sanki doktorlar babama “oğlun sandığın kişi aslında yok. O senin zihninin ürettiği bir tip. Normale yakın bir hayat yaşamak için zihninin ürettiği tiplerle konuşmaman ve ilaçlarını düzenli alman gerek” demişler. Ben babam için aslında yoktum. Bir problem olduğunda babam ortaya çıkar bağırır çağırırdı. Birkaç örnek vereyim. Belki bu yazdıklarım senden başkalarına da ulaşır. Onlar için ibret alınacak ders olur. Yoksa bunları yazmanın bir anlamı yoktur.
Hayal meyal hatırlıyorum, beş yaşında olabilirim. Evde ortalıkta ilaç bulmuşum, yemişim galiba. Aklımda, bana bağıran, kızan bir baba var. Şizofren birinin sanrıları gibi. Üstelik gidip gelip bağırıyor “neden içtin ilaçları?” Beş yaşında çocuk neyin içilip neyin içilmeyeceğini bilmez. O ilaçları ortada bıraktığı için aslında kendisine kızması, bana da neden renkli şeker gibi görünen bu drajeleri içmemem gerektiğini anlatması gerekir. Anlatırsan çocuk öğrenir ama babam bunları hiçbir zaman bilmedi. Sekiz dokuz yaşlarımda mahallede herkeste bir oyuncak var. Beş altı santimlik bir füze. Ucuna içinde çatapat olan küçük bir kapsül takılıyor, havaya atıyorsun füzeyi, ters dönüyor kapsül üstüne düşüyor, ÇAAT diye ses çıkartıyor. Bir gün hava yağmurlu, bütün çocuklar evde. Füze ve kapsüllere bakıyorum. Kapsüller küçücük. İçinde dediğim gibi küçücük bir çatapat gibi bir şey var. Bir tanesinin içinde çatapatın üstünde beyazlık gördüm. Bu beyazlık nedir diye küçük bir şeyle biraz bastırdım. Yere düşmüş gibi ÇAAAT etti. Hiç beklemiyordum dolayısıyla çok korktum. Daha doğrusu ne olduğunu anlamadım. Kapsül elimde ses çıkardığı için kulaklarım çınladı. Böyle bir haldeyim. Bir baktım ki biri bana bağırıyor çağırıyor. Zaten ne olduğunu anlayamıyorum bir de biri bağırıp çağıyor. Babammış, neden onunla oynuyorsun diye kızıyormuş. Ne olduğunu sormak yok. Zarar görüp görmediğimi sormak yok. Kontrol etmek yok. Ne olduğunu anlayamadığım şeyi anlatmak yok. Ders vermek yok. Sadece neden onunla oynuyorsun diye bağıran biri var. On beş yaşında yazın Erdek'te tatildeydik. Müzik dinlemek istedim. Babama arabada müzik dinlemek istediğimi söyledim. Verdi anahtarı. Dinlerken yeni tanıştığım bir arkadaşım geldi. Beraber dinliyoruz. Sonra arkadaşımla ne konuştuk, neden yaptım hatırlamıyorum. Arabanın yerini değiştirdim. Başka yere aldım, oradan başka yere. Oyun yapmışız. Şikayet olmuş. Anons yaptılar. Babama söylemişler. Gittim babamın yanına verdim anahtarı. Nereden geldiğini anlamadığım bir tokat yedim. Elimde ses çıkaran kapsül gibi. Ne olduğunu anlamadım. Ne olduğunu, neden arabanın yerini değiştirdiğimi sormak yok. Yaptığımın neden yanlış olduğunu hatta tehlikeli olduğunu anlatmak yok. Ders vermek yok. Nasıl baba olunmaz diye bir kitap yazabilirim. Kırk yaşında bağırsaklarımda daralma oldu. O dönem Biga’daydık İstanbul’a geldik. Her hastalığın zor anları vardır. Bunda da çok zorlandığım zamanlar oldu. İstanbul’a geldiğimiz gece o zor zamanlardan biriydi. Annemi çağırdım ama annem yorgunluktan bayılmış, duymadı. Babam duydu geldi ama babam böyle zamanlarda çözüm üretme gayretinde değildir. Konuşmaz bile. Ne istediğimi sorar. Canım burnumda, içimde müthiş sıkıntı var. Bir süre sonra annemi uyandırmasını söyledim. Uyandırmayı denedi ama yine uyanmamış, geldi “Uyanmıyor işte, geberip gideceğiz senin yüzünden” dedi ve gitti. Bir insanın kim olduğu zor zamanlarda belli olur. Her şey güllük gülistanlıkken herkes iyidir ama zor zamanlarda iyilere ihtiyaç var. Ben beş yaşındayken ya da kırk yaşındayken babam zor zamanlarda hep böyleydi. Babamın yaşadığı hayat kolay değildi. Benim gibi birine bakmak kolay değil ama babam gibi biri olmak daha zor. Burayı çok uzatmayacağım, bir örnek daha vereyim; küçükken hatta ortaokuldayken bile babamdan bir şey istediğimde izin vermeyecekse hayır der susardı. Ben küçük olduğum için ısrar ederdim. Babam hiç konuşmazdı, öyle dururdu. Dedim ya doktorlar sanki babama "oğlun sandığın kişi aslında yok" demişler gibi. Büyüyünce anladım, meğer sıkılıp gitmemi bekliyormuş. Böyle davranırsan oğlun büyüdükçe seni tanır ve bir daha yanına gelmez. Ne ekersen onu biçersin. Ben odamda yaşıyorum babam salonda. Sen böyle yapma. İleride çocuğun olduğunda bir şeye izin vermezsen nedenini de söyle, neden izin verilmediği konusunda çocuğun ikna olsun. Yanlış yaptığında yanlışını anlat ki doğruyla yanlışı öğrenebilsin.
Babamın benimle ilgili eğitim şekli ve tavrı buydu. Hele babamın ortaokul ve lise boyunca verdiği harçlık üzerinden yaşattığı travmayı yazsam en anlayamadığın şey bu olur. Madem açtım konuyu biraz bahsedeyim. Umarım annem bunları okumaz. Babam biliyorsun ilaç fabrikasında önemli bir yöneticiydi. Çocukluğumda gençliğimde babamın hep bir ay tek bir çift maaş aldığını duydum. Hatta İnci ablam kısa süre babamın yanında çalıştı. Bilgi işlemdeydi. Bulunduğu yer itibariyle bordroları gördüğünü söylemişti. Babamın çok yüksek maaş aldığını söylemişti. Hem de iki ayda bir çift. Ben buna hiç bir zaman inanmadım. Küçükçekmece'den Tünel'e özel okula gidiyorum. Okul bütün gün. Akşam beşte çıkıyorum. Eve gelmem yediyi buluyor. Şunu unutma yakındaki normal okul uzaktaki iyi okuldan her zaman daha iyidir. Çocuğunu şehrin öteki ucundaki okullara gönderme. Eve en yakın okula gönder. Orta birdeydim, babam haftalığımı verdiğinde bana bundan sonra geçerli olacak kuralları söyledi. Eğer bir yere gitmek istersem, bir şey almak istersem ya da arkadaşlarımla dışarıda buluşmak istersem para biriktirmem gerektiğini söyledi. Verdiği haftalık okulda, dışarıda yemek yemeye yetmiyor. Özel okula gittiğim sürece okulda veya dışarıda olsun bana bir çok şeyi Rahmi ısmarlamıştır.
Sabah çok erken çıktığım için kahvaltı etmezdim. O saatte yemek yiyemezdim. Verdiği haftalıkla okulda öğlende günde iki tane hamburger yiyebilirim ama sabah tost yiyemem ya da akşam üzeri. Babama göre zaten akşamüzeri eve gelirken hiç bir şey yenmez içilmez. Evde yemek yersin. O yüzden fazla haftalık vermenin bir anlamı yoktur.
Orta okulda bir akşam eve dönerken trende gözlerim karardı. Sesleri duyuyorum ama görüntü gitti. Yere çömeldim, biraz öyle durdum, geçti. Ne olduğunu o zaman anlamadım ama sonradan bunun uzun süre bir şey yememekten dolayı olabileceğini öğrendim. Babam iki ayda bir çift maaş alıyor, benim trende gözlerim kararıyor. Böyle tezatı zor bulursun çünkü babam gibi insanlar fazla değildir ama benden çok vardır. Onlarınki fakirliktendir.
Babamın bana reva gördüğü bu yaşamdan dolayı babamdan hiç bir zaman para istemedim. Aç gezdim ama para istemedim. Bırak parayı konuşmadım bile. Ben nasıl onun için aslında yoksam, bundan sonra babam da benim için yoktu. Olmayan birinden para isteyemezsin değil mi?
Babam anlattığım bu haftalıktan kesinti bile yaptı. Orta birdeydim diye hatırlıyorum. Bir cuma akşamı dayımlar, teyzemler herkes bizde. Kuzenler; Özgür, Tolga ben odamdayız. Nasıl bir şey olduysa bir ara Tolga içeride Özgür dışarıda, biri kapıyı açmaya diğeri kapalı tutmaya çalışıyor. Kapının camı kırıldı. Benim olayla alakam yok ama babam kırılan camın parasını benim haftalığımdan kesti. Böldü çarptı borcumu taksit yaptı. Haftalarca haftalığımdan kesti. Hangi haftalıktan? Kahvaltı için tost alınamayan haftalıktan. Neden benden kesti? Bir daha oyun oynarken kapının camını kırmayayım diye. İyi de ben kırmadım ki. Olsun onlar kırdı ama cezasını sen çekmek zorundasın, kırdırmasaydın. Güya çocuk büyüttüğünü, ders verdiğini zannediyor. Gerçekte olan ne? Benimle arasına duvar örüyor. Kazaya kadar babam bana ders verdiğini zannederek aramıza duvarlar ördü. Ben bu duvarlara çarparak büyüdüm. Kazdan sonra babamı yanıma hiç yaklaştırmadım. Hiç ortak bir şey yapmadım. O muhtemelen bana yaklaşmaya çalışmış olmalı ama ben görmemişimdir. Babamla aynı masada yemek yemek dahi istemiyordum, hala öyleyim. Bir insanın bir tencere çorba içip diğer tencerenin yarısını yediğini görmek sinirlerimi bozuyor.
Bizim sülalede her çocuğun walkman'i vardı. Walkman'i bu zamanın çocukları anlayamaz. Bizim için walkman müziğin taşınabilir olduğu ilk zamandı ve on altı yaşında walkman'de Guns N' Roses dinlemek büyük keyifti. Benim var mıydı? Hayır. Walkman almam için para biriktirmem gerekiyordu. O da hiç bir zaman birikmedi. Bir ay tek bir çift maaş alan babam alsa olmaz mıydı? Olmazdı. Ben babam için şizofren sanrı gibi bir şeyden başka bir şey değildim, yoktum. Ayrıca her şeyi baba alırsa o zaman çocuk paranın, eşyalarının kıymetini bilmez. Ve daha önemlisi çocuk küçükken hiç bir şeye sahip olmayarak, bu durumdan kurtulmak istiyorsa okullarında başarılı olup, iyi meslek seçip, iyi üniversite kazanmalı. O zaman otuz yaşında ne istiyorsa alabilir. Böyle düşünüyordu babam. Kendisinden nefret etmem için elinden ne geliyorsa yapmış ve başarılı da olmuştur. Bir babanın oğluna neden böyle davrandığını anlayabiliyor musun? Neden arkadaşlarımla buluşmak, bir şey almak, bir yere gitmek için para biriktirmem gerekiyor? Anlayabiliyor musun? Anlayamazsın. Babamın tuhaf anlaşılmaz bir mantığı var. Sevgiden, empatiden yoksun, konuşmayan görmezden gelen bir insan çocuk yapmaması lazım. Yaparsan genlerindeki bütün arızalar çocuğuna da geçer. Kendi anne babasını, kardeşlerini sevmeyen bir baba çocuk yapıca çocuğu da anne babasını sevmiyor. Bilemiyorum belki de sevmeyi bilmiyor. Öğretilmesi gerekirmiş. Arkadaşlarımdan, akrabalarımdan bunları okuyan varsa, geçmişte benden mesela telefon beklediğin zamanlar olduysa ve ben aramamışsam sebebi budur; arızalı genler. Babam mecbur kalmadıkça kimseyi aramaz. O da yanında kim varsa ona aratır; "şunu arada şöyle de" gibi emirler verir. Bir arkadaşını arayıp hal hatır sorduğunu hiç görmedim. Ben de böyleymişim. Bunları şimdi anlıyorum. Annem yok mu? Annem neden bir şeyler verememiş dersen, annemi kim kendisine yaklaştırmış ki? Ben bütün ortaokul, lise hayatım boyunca babamdan, evden kaçtım. Annemi ne kendime yaklaştırdım ne de annemin farkındaydım. Aslına bakarsan on beş yaşımda biraz karakter sahibi olsaymışım, karakterim biraz erken olgunlaşsaymış belki de "bu şartlarda yaşamak istemiyorum" diye bir not yazar, intihar ederdim. O zaman sen beni hiç tanıyamazdın ve bu günlük de olmazdı.
Babamın olayı sadece benle alakalı değil. Annemle de alakalı. Babamın gençken, yeni evliyken iki tane sevdiği şey varmış; biri meyhane, içki içmek. Gerçi hala öyle ya. Bir insan için içki içmek ailesinden neden daha önemli olur. Diyelim cumartesi günü babam arkadaşlarıyla meyhaneye gitmiş, annem de anneanneme gitmiş. Babam her seferinde "seni gelip ben alacağım. Beraber geri döneriz" dermiş ama bir kere bile gelip beraber eve dönmemişler. Annemi hep dedem bırakmış eve. Niye böyle çünkü içki içmek, sarhoş olmak karısından daha önemli. Babamın ikinci sevdiği şey futbol. Yeni evlendiklerinde annem o gün neler oldu konuşmak için laf açarmış. Annem öğretmen, akşam yemeği zamanı masa hazırlıyor. Babama "bugün okulda ne oldu biliyor musun" diye bir sohbette açmış, babam televizyon izliyor, "dur şu gole bakayım öyle anlat" demiş. Annem de bir daha böyle konu açmamış. Babam için önemli olan maç ve içki. Ortada içki, maç varsa sen ikinci planda olursun. Konuşmaya bir şey anlatmaya kalkma dinlemez, duymaz. Aynısını kaç defa bana yaptı. Maç izliyoruz, ben bir şeyler söylüyordum mesela "bu maç böyle giderse sabaha kadar gol olmaz" dedim. Hiç dilememiş beni. Sonra anlıyorsun bunu; "bir şey mi dedin" diyor. Babamın normal olmadığı buralardan belli. Babam maç izlerken başka bir gezegenden akıllı, bizim gibi canlılar gelse, bizim apartmana, bizim balkona yanaşsa, annemle beni alıp götürseler, babam farkına varmaz. Herkes bu olayı görür cep telefonun da çeker. Babam ertesi akşam haberlerde bu görüntüleri görünce o zaman anlar "lan bu bizim apartman ya."
Babama kızmam, elinde olmayan kalıtsal genetik özelliklerden veya ailesinin vermediği eğitimden dolayı değil, bunları değiştiremezsin. Değiştiremeyeceğin şeyler üzerinden şikayet üretmenin anlamı yoktur. Kendisini geliştirmediği, değiştirmediği için kızıyorum babama. Annem hayatı boyunca babamdan çok basit şeyleri yapmasını istedi. Mesela dolaplarda bir şey aradıysan açtığın çekmeceleri, kapakları kapat veya yemek yiyeceğin zaman, diyelim ocakta iki tencere yemek ısınmış, yemek aldıktan sonra tencerelerin kapaklarını açık bırakma. Bunlar çok basit bir şeyler ama babam bunları hiç duymamış gibi davranır. “Kapatmasa ne olur” diyemezsin, o zaman her konu için “yapmazsa ne olur” diyebilirsin ve sonuçtan ortaya babam gibi biri çıkar. Karın senden böyle basit şeyler istiyorsa, bunları yüzlerce kere söylediyse, eğer normal bir insansan bunu dinlersin. Biri seni aynı konuda üç kere uyardıysa sende problem var demektir. Uyardığı konuda birincisi diyelim bilmiyordun öğrendin. İkincisi unuttun, dikkatinden kaçtı. Üçüncüsü ne? Sonrası umursamazlık oluyor işte. Bazen sana hiç önemli görünmeyen bir şey, bir başkası için önemli olabilir. Eğer bu insan eşin dostun, karın, çocuğunsa buna dikkat etmen gerekir. Aksi taktirde mutlu bir ortam olmaz. Bunun gibi onlarca basit şey var. Düşün, babam çok basit şeyleri yapmak istememiş, çocuk eğitimiyle ilgili bir tavsiyeyi dinler mi? Mesele tencere, dolap kapağı, çekmece açık kalmış meselesi değil. Kapaklar nasıl umurunda değilse diğer her şeyler de böyle umurunda değil. Kız kardeşim düşünsün, babam bir kere kendisine telefon edip halini, hatırını sormuş mu? Buna vereceğin cevap yazdıklarımın sağlaması olur. Babam kültürlü bir insan. Bunlar yapamayacağı şeyler değildi. Merak ediyorum bu kültürün içinde hiç sevgi nedir, empati nedir, insan ilişkileri, aile ilişkileri nasıl olmalı, bunlara denk gelmemiş mi? Mutlaka gelmiştir ama kendisini geliştirmek düzeltmek yerine susmayı, empatiden anlayıştan yoksun durmayı tercih etmiş. Buna kızıyorum çünkü bunlar değiştirilebilir.
Annemi kazadan sonra tanıdım ve annenle aramda acayip bir bağ oluştu. Hatta bu dünyada annem dışında hiçbir şey istemiyorum diye dua etmeye başladım. Bir ilginçlik yazayım. Burada okuyacağın böbreklerimi kurtarma sürecinde bazı şarkı ve şarkıcıları dinleyemedim. Mesela pop müzik şarkıcısı Göksel. Ben pop müzik dinlemiyorum ama radyoda, televizyonda denk gelince mecbur dinliyorsun. Tabi hızlı şarkılar değil de yavaş şarkıları. Bırak dinlemeyi Göksel'in sesini duyduğum an annemle ilgili müthiş sıkıntılı ve üzgün duygular oturmaya başlardı içime. Geçmiyor da. Bu neyse zaman zaman hortluyor. Farklı şarkıcılar, şarkılar böyle bir şey yapıyor. Tee 2000'lerin başında da vardı, ortasında da vardı. Sanırım hep olacak. Bir de çok ilginç normalde dediğim gibi dinlemediğim insanların sesleri, şarkıları bunu yapıyor. Ben Göksel dinlemem. Başka mesela Kubat, Yavuz Bingol. İkisini de dinlemem ama televizyonda, radyoda bazı şarkılarına denk geliyorum, ana içime bir şey oturuyor. Yabancılardan yazayım Petra Berger, Emma Shapplin. Benim Petra Berger'le, Emma Shapplin’le ne alakam var? Ben heavy metal ve rock arasında müzik severim. Max Cavalera Sepultura'dan ayrılana kadar Sepultura severdim. Şimdi Rammstein dinlediğim de olur Slipknot dinlediğim de. İlginç bir şekilde adını bilmediğim birçok Fransızca, İspanyolca, Latince şarkılar annemle ilgili kötü hissetmeme sebep oldu. O şarkıları kimin söylediğini öğrenecek kadar kısa bir süre dahi dinleyemiyorum. 2010'daki Göksel'di. Hmm aklıma ne geldi; Göksel Manga’nın bir şarkısına vokal yapmıştı. Şarkının adı Dursun Zaman. Yıllar önce bir akşam zamanın durmasını istemiştim ama durmuyor işte. Şarkıda da "dursun zaman dursun diyorsun da oyun değil ki yaşamak. Sen inanmasan da son var anla. Herkese inat" diyor. Hayatın oyun olmadığını anladığım için böyle bir günlüğü yazmaya karar verdim. Umarım bir şeyler ifade eder.
Anne babaya karşı bir şey hissetmezken büyümek tehlikeli oluyor. Uyarıla-rını dileyeceğin biri olmayınca kendi başıma aldığım kararlar beni okuldan ve evden daha çok uzaklaştırmış. Küçükçekmece’de oturuyoruz ama okula 25 km uzakta Taksim'in dibinde Tünel’deki Tarhan Koleji'ne gidiyordum. Her gün 50 km yol gidip geliyorum. Bu dünyanın en kötü tercihlerinden biridir. Ya okul yanlış ya da oturduğun yer. Hiçbir çocuk okula gidip gelmek için 50 km yol gidip gel-memeli. Uzun vadede bezginliken başka bir şey oluşmuyor. Ayrıca aklım ermeye başladığında okuldan kaçıp Taksim'de vakit geçirmek daha cazip gelmeye başla-dı. Atari salonları, bilardo salonları, birahaneler, meyhaneler, büyüdükçe gittiğimiz mekanlar da değişti. Bu tehlikeliydi. Hiçbir çocuk, genç tek başına oralara gitme-meli. Abi, baba, amca, dayı biri lazım. Birinin neden buralara gitmemem gerekti-ğini anlatması lazım ki öğreneyim. Bu yüzden eve en yakın okul her zaman daha iyidir. Bunu unutma.
Aslında anlatan oldu ama kim? Servis şoförümüz Hasan abi. Adam bizi okula getiriyor ama biz zaman zaman okuldan kaçıyoruz. Bazen bu sık olurdu. O zaman bizde bir sorun olduğunu fark etmişti. Başımıza bir şey geleceğinden endişe duymuştu. Bir gün bana "okula gitmek istemiyorsan gitme ama dışarıda da vakit geçirme, istersen benim yanımda kal. Ben birazdan filan okuldaki öğlencileri almaya gideceğim. Beraber gidelim" demişti. İstemedim, bildiğimi okudum. Okuldaki abilerden biri de konuşmalarımızı duymuştu. Bir de onun nasihat ettiğini hatırlıyorum. "Senin yaşın küçük girdiğin çıktığın mekanlara dikkat" demişti. Dinledin mi? Hayır. Yabancı insanların nasihatleri işe yaramaz. Sevdiğin birinden nasihat dinlemen lazım. İnsan başına bir şey gelmeden de yaptığının yanlış olduğunu anlamıyor. Başıma bir şey gelmediği için de yanlış yaptığımı çok geç fark ettim.
Okulda, lisede dinlediğim dersler, evde kitaptan okuduğum bilgiler aklımda kalıyordu. Değişik bir hafızam var. Bana bir şey anlat unutmam. Buna rağmen neden okulun dışı daha cazip gelmiş? Sanırım büyük babam ve babaannemde gelen genler, depresif bir buluğ çağı geçirmeme sebep olmuş. Sepultura gibi sert müzikleri sevmem de bundan olabilir. Bu müzik kendimi iyi hissetmemi sağlardı. On üç yaşında hazırlığa başladığımda bir sene sadece İngilizce gördük. Babam İngilizce bildiği için yardımcı olurdu. Kendim de ders çalışıyordum ama orta bire geçtiğimde birden film koptu. Hiçbir şey yapmak istemiyordum. Dolayısıyla çalışmamaya başladım. Bu çok bariz görünen bir şeydi. Sorsana bana ne oldu diye, konuşsana. Konuş, neden artık ders çalışmak istemiyorsun diye sor bakalım. Bir sorun olduğu açık. Bulsana bunun ne olduğunu. Eğer seni aşıyorsa bir psikoloğa gidelim, ona danışalım. Belki psikologların özel yöntemleri vardır. İki soru sorar ne olduğunu anlar. Annem öğretmen olmasına rağmen bu konuda bana yaklaşamamış. Muhtemelen psikoloğa danışmak aklından geçmiştir ama babam varken psikoloğa gidemezsin. “Kardeşim bunlar para tuzağı. Çocuğun hiçbir şeyi yoktur ama onlar bir sürü şey ararlar, bir ton para isterler.” Babam için sorun her zaman olduğu gibi para yani. Zengin bir ailenin içinde fakir büyümek kadar trajikomik bir şey göremiyorum. Gören varsa ahirette anlatsın bana. Babam hiçbir zaman büyümemiş. Yaş almış ama zihni on beş yaşındaki parasız gençliğinde kalmış. Hayatı boyunca birilerinin onu dolandıracağı, parasını alacağı vesvesesiyle yaşamış. İstanbul’un varoşunda oturmamızın sebebi de budur. Dayım mimar, oturduğumuz evi dayım yaptı. 1980’lerde akrabalarımız bir apartman yapıp beraber oturtma kararı almış. Paraları da Küçükçekmece’den bir arsaya yetmiş. Onlar için bu ev fikri heyecan vericiydi çünkü imkanları ancak şehir dışında bir arsaya yetiyordu. Halbuki babam ilaç sanayinde üst düzey yöneticiydi. İstanbul’un en güzel semtlerinden birkaç tane ev alabilirdi. Ama hayatı boyunca “beni dolandırırlar, paramı alır kaçarlar” diye hiçbir yerden hiçbir şey almaya girişmedi. Ben Küçükçekece'de büyürken İstanbul'da Ataköy yapıldı. Büyük bankalar buranın finansmanını sağladı. Bunu da faizli krediye fetva vermek için yazmıyorum. Babamın yaşadığı paranoyanın büyüklüğüne işaret etmek istiyorum. Büyük bankalar finansman sağlayarak İstanbul’da olmayan bir semt oluştururlarken, babamın aklından geçen tek şey “onlar yıllarca bizden para alırlar sonra size ev yok derler” oldu. Babam Ataköy'den birkaç ev alabilecekken ancak dayım gibi akrabasının yaptığı işe güvendi, “kayınço paramı alıp kaçmaz” dedi. Bu yüzden Küçükçekmece’de oturuyoruz. Bu yüzden başımıza bir şey geldiğinde ne olduğunu anlamak için uzmanlarına danışamıyoruz; “bizden çok para isteler sonra da size hiçbir şey yok derler.”
Bu paranoya babama bir şey yapmadı ama bir gün beni öldürecek. Noterden bir belgeyi tasdik ettirmek ve bir yere göndermek icap etti. Bana "noteri ara gelip şu belgeyi tasdik ettireceğimizi söyle" dedi. "Neden" dedim. "Noterin işi bu. Neden notere işini yapacak mısın diye soruyoruz?" "Sonra gideriz oraya noter bize senin işini yapmıyorum der, bizi geri gönderir" dedi. Keşke böyle bir cümleyi duyduğum gün beyin kanaması, kalp krizi bir şey geçirsem, ölsem ve imtihanlarım bitse.
Bunun benzerini sen de duydun yaşadın ama bu yazdıklarımı hiçbir zaman fark etmedin. Sen üniversite sınavına girdiğinde “adı olan” özel bir üniversitede burslu okuma imkânı oluştu. Üniversiteden eve belge gelmişti, “şu bölümleri okulumuzda burslu okuyabilirsin” yazıyordu. Annem bunu değerlendirmeyi düşündü ama babam her zamanki gibi bir anda üniversitenin bütün parasını almak için kendisini kandırdığı paranoyasına kapıldı ve “burslu bölümlerden uzak durun. Bölüm burslu diye bize kayıt yaptırırlar, sonra size burs yok derler, yıllarca bizden çok para isterler” dedi. Bu cümleleri babam söyledi ama sen ve annen bu cümleleri ne anlama geldiğini fark etmiyorsunuz. Böyle olduğunu kimse fark etmiyor çünkü ilaç sanayinde üst düzey yönetici. Zengin görünüyor ama fakir hayatı yaşıyor. Fakat bir şeyi almaya kalktığında onu alabilecek parası var. Konuşmuyor, susuyor, gerçek fikirlerini söylemiyor. Herkes onu normal zannediyor. Satır aralarına baktığında benim gördüklerimi görürsün ama dikkat etmediğin için fark etmiyorsun çünkü böyle olduğuna ihtimal vermiyorsun. Ama ben on beş yaşından beri babam ve bu düşünceleriyle yaşıyorum ve beni süründürdüğü için farkındayım. Büyük babamın hasta genlerinden geliyor bu paranoya. Aynısı büyük babamda varmış.
Kimse doğduğu aileyi seçemez. Bunları şikâyet etmek için yazmıyorum ama o dönem bana ne olduğunu öğrenmek isterdim. Bu yapılabilir bir şeydi. Kendimi başarısız da görmüyorum. Okul İngilizceydi. Bu Türklere en büyük ihanettir. Bunu biraz açmam lazım. Konuyu iki açıdan değerlendirmek mümkün. Benim dil öğrenmeye yeteneğim var. İngilizceyi çabuk öğrendim. Daha sonra Almanca dersleri başladı. Onu da öğrendim. Kazadan sonra İspanyolcaya merak saldım. Başladım öğrenmeye ama fiil çekiminin Türkçe gibi sondan olduğunu görünce heyecanım kalmadı, bıraktım. Yoksa iyi gidiyordum. Ama okulda matematik, fen ve biyoloji dersleri de İngilizceydi. İşte bu Türklere ihanettir. Bu uygulamayı sonradan bazı özel okullarda değiştirdiler. Saçmaydı çünkü. Dil eğitimi ayrı bir şeydir. Yeteneği olan çocuklar buna yönlendirilebilir ama bir şatla; ortaokul lisedeki çocuklara matematiği, fenni, biyolojiyi ana diliyle öğreteceksin, İngilizce değil. Kardeşim biz Türk’üz, neden bize on beş yaşımızda İngilizce biyoloji dersi verdiler? İngilizce biyoloji senin ne işine yarar? Ya fizik? Bir örnek vereyim;
Soru : Yarıçapları sırasıyla 2r, r, 3r ve r olan A,B ve C dişlilerinden oluşan sistem şekilde gösterilmiştir. Buna göre A dişlisi (+) yönünde 6 devir yaptığında C dişlisi hangi yönde kaç devir (tur) yapar?
Fizik biliyormuş gibi kafa ütülemeyeceğim ama soruya dikkat et, fizik bilgisinden önce “mantık” ve matematik zekasına sahip olmak gerekir. Böyle bir zekân varsa, bunun gibi bir soruyu okuduğunda aklında çarkın ne tarafa döneceği bilgisi hemen oluşur. Bir Kelime Bir İşlem yarışmasındaki matematik soruları gibi. Mesela;
Verilen sayılar: 10 5 2 5 7 50 Hedef: 554
Birkaç saniye içinde verilen sayılarla hedef sayı veya hedef sayıya yakın bir sayı aklında oluştu mu? Oluşmadıysa sen de matematik zekâsı yok demektir. Bunun örneğine beraber bakalım. Hem nostalji olsun hem de matematik zekâsı nasıl bir şey görelim.
Bu yarışmaya katılan hiç kimse bu soruları önce çarpıp toplayıp hesaplayıp cevap vermiyor. Matematik zekâsı böyle bir şey; -istisnalar her zaman olur- ama soruyu gördüğün anda birkaç saniye içinde cevap aklına şekillenir. Geri kalan fizik matematik bilgisidir. Çarkın kaç devir döneceğini, hedef sayıyı göstermen gerekir. Buraya dikkat et; bu zekâ sonradan eğitimle kazanılan bir şey değildir. Doğuştan gelir. Bu zekaya sahip on beş yaşındaki çocuklara İngilizce matematik, fizik, biyoloji anlatmak neden? Bir Kelime Bir İşlem yarışmasını İngilizce sunuyor musun? Yarışmacılara İngilizce konuşma şartı getiriyor musun? Bu zekayı ana dilinde mümkün olan en üst düzeyde işlemen gerekirken neden on beş yaşında başka bir dille eğitmeye çalışıyorsun? Tekrar vurgulayayım, dil eğitimini ayrı tut, bu başka bir şey. Matematik, fizik biyoloji derslerini başka bir dille düşünmeye zorlamak ayrı bir şey. İhanet burada, çocuklara bildiği ana diliyle değil de yeni öğrettiğin dille düşünmeye zorluyorsun. Bu, yüksek matematik zekâsına sahip çocuklar için gelecekte büyük problem olmayabilir. Bunun da yüzdelik oranı çok düşüktür. Bunun bir diğer boyutu benim gibi matematik fen zekâsı olmayan çocuklardaki etkisidir. Bu çocuklar bu soruları zaten anlamakta zorlanıyorlar. Sen zorlanan bu çocuklara bir de yeni öğrendiği yarım yamalak bildiği İngilizceyle anlatıyorsun. İngilizce düşünmesini istiyorsun. Bunu neden yaptığına dair mantıklı bir sebep söyle bana? Bu, sömürge ülkelerinin eğitim politikasıdır. Fransa'nın sömürgelerinde eğitim dili Fransızca'dır. Biz kimin sömürgesiyiz ki çocuklarımıza matematiği, fiziği, biyolojiyi İngilizce öğretmeyi marifet zannediyoruz?
Peki ya edebiyat? Özel okula giden İngilizce eğitim alan çocuğun Türk edebiyatını ne kadar biliyor? Yahya Kemal'in, Ahmet Haşim'in birkaç şiirini biliyor mu? Yaşar Kemal’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Sait Faik Abasıyanık’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu, Nazım Hikmet'i, Atilla İlhan’ı, Sabahattin Ali’yi tanıyor mu? Eğer özel okula giden çocuğun varsa bu isimleri bilmiyorsa, buna mukabil şiddet ırkçılık içeren Hevy Metal, Amerika’nın çete müziği olan rap müzik sözlerini veya popüler kültür şarkılarını ezbere biliyorsa çocuğunu çoktan kaybetmişsin fakat farkında bile değilsin demektir. Ben böyleydim. Edebiyatın güzelliğini otuz beş yaşından sonra fark ettim. Gerçi ben kazadan sonra on yıl süren hastalıklar yaşadım. Bu dönem bir şey öğrenme dönemi değildi. Bazı şeyleri geç fark etmemin sebebi bu hastalıklardır.
Türklere başka bir dille matematik, fizik, biyoloji dersi ihanettir. Bunun hala güzel bir şey olduğunu zanneden anne babalar var. Yalnız yurt dışında Almanya, Hollanda, İsviçre vs gibi ülkelerde yaşayan Türkleri bu konunun dışında tutmak gerekir. Onlar iki dilli olmak zorunda. Türkiye’de çocuklarını özellikle İngilizce eğitim aldıran anne babalar biliyorum. Şartlı cümle kuracağım; eğer çocuklarında yüksek matematik zakâsı yoksa yanlış yaptıklarını, çocukları üniversite sınavına girdiğinde anlayacaklar, haberleri olsun. Büyük başarı beklerken hayal kırıklığı yaşayacaklar. Üniversite sınavı Türkçe ama sen çocuğuna sekiz sene İngilizce eğitim aldırmışsın. Buradaki çarpıklığı nasıl görmezsin? Allah lillah aşkına şu an özel okullarda okutulan İngilizce matematik, fizik, biyoloji kitapların bak, bir de üniversite sınavında çıkan Türkçe matematik, fen, biyoloji sorularına, bir denklik görebilecek misin? Müfredattan bahsetmiyorum. Eğitim ve sınav dilinin farkına dikkat çekmeye çalışıyorum. Çocuğunu başka dille eğitiyorsun ama hayatının en önemli sınavına başka dilden sokuyorsun ve sana göre bu, olmazsa olmaz eğitim sistemi. “Ben böyle okuyamadım bari çocuğum okusun...” Sen de böyle okusaydın benim yazdıklarım on beş mislini yazardın. İçeriğinden haberin olmadığı için iyi bir şey zannediyorsun. Bana inandığını da zannetmiyorum. Merak etme İngilizce eğitim aldırdığın çocuğun varsa ve çocuğunda yüksek matematik zekâsı yoksa gün gelip karşına dikilecek “neden beni Türkçe okutmadın” diyecek. O zaman hatırla bu sözlerimi.
Orta okulda İngilizce, bir sayının üçte ikisinin altı fazlası kaçtır sorusuyla, bir sayıya altı ekleyip üçte ikisi kaç eder sorusu benim için problemdi. Aklım okuldan kopmuş, göz ucuyla okuduğum bu sorular hiçbir şey ifade etmiyordu. İngilizce matematik, fen, biyoloji hala problem benim için ama burayı tekrar ayırıyorum, İngilizce kitaplardan programlama öğrendim. Kendi web sitelerimi kendim yapıyorum. Dolayısıyla buradaki başarı başarısızlık notlarla ölçülemezdi. İngilizcem iyi ama İngilizce matematik, fen biyoloji zayıftı. Bu başarısız olduğumu göstermez. Lise birden sonra normal liseye geçince diğer derslerim de iyi oldu. Güreş’e, halter’e, judo’ya başlasan ne kadar başarılı olurdun? Bu sporlar sana göre değilse başarılı olamazsın. Başarılı olman için zorlanmanın anlamı da yoktur. Sana göre olmayan bir şeyi başarmanı beklemek seni başarısız bir insan yapar mı? Yapmaz, çünkü başarılı olduğun konular farklıdır. Demek ki özel okul benim için hem doğru hem de yanlış okulmuş. Dil öğrenme yeteneğim olduğu için doğru ama İngilizce matematik, fen, biyoloji için yanlış. Birçok kişi için de böyledir. 1990’larda bunu yaşamadan kimse bilemezdi ama bugün artık biliniyor. Dil eğitimini ayrı tut, çocuğunun temel eğitimini anadiliyle aldır. Bugün hala orta birde neden her şeyden koptuğumu anlamak için birine danışılmış olmasını istiyorum, iyi olurmuş. Başına gelen, oğlu, kızı, annesi, babası vs için danışsın.
Ben orta üçte Rahmi’yle birahaneye gitmeye başladım, lise birde de meyhanede rakı içerdik. Bunu neden yaptığımı yıllardır düşünüyorum. Neden orta üçte içki içmeye başladım, bilmiyorum. Bir keresinde lise birde öğlen tatilinde okuldan kaçtık, meyhaneye gittik, rakı içtik. Hatta rakı bana acı geldiği için içemiyorum, böyle de bir şikayetim var, Rahmi nereden biliyorsa kavun ve peynirle iç diye tarif yapıyordu. Yirmi bir yaşıma kadar da böyle yaşadım. Kazada da sarhoştum ama kendimden geçip bayılacak kadar değil. Neyse oraya girmeyeyim şimdi. Allah Kazada canımı almadı. İnsan kendi kendine meyhaneden bu günlükte yazmaya çalıştığım değişimi yaşayacak hale gelebilir mi? Mümkün değil? Neden ben? Benim ne kıymetim var? Nedenini Allah biliyor. Ahirete, belki ben de öğrenebilirim.
Bir gün televizyonda bir psikoloğa denk geldim, gençlerde madde bağımlılığı üzerine konuşuyordu. Dinledim biraz. Eğer bir gencin anne babasında alkoliklik durumu varsa o gencin alkolik olma durumu normal gençlere göre on kat daha fazlaymış. Böyle gençlere arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde içki içmemesi, ille de bir şeyler içmek istiyorsa ancak on görüşmede bir, iki kadehi aşmayan hafif içkiler içmelerini tavsiye ediyorlarmış. Böyle gençlere genetik yatkınlıktan dolayı, “arkadaş grubundan kimse alkolik olmaz ama sen olursun” diyorlarmış. Bizim sülalede içki içiliyor. Bana kimden geliyor içki içme yatkınlığı? Tabi ki babamdan. Annem, ilk evlendikleri zaman babamın içki olaylarını anlattı. Ben annemin nasıl boşanmadığına hala hayret ediyorum. Benim hafızam tuhaf demiştim. Bak ne hatırlıyorum. Sekiz dokuz yaşlarındayım. Arslan dayımlarla akşam bir yere yemeğe gitmişiz. Gece yarısı eve döneceğiz. Babam o kadar sarhoş ki, oturdu koltuğa, anahtarı kontağa takamıyor. Eğiliyor bakıyor, geri çekiliyor, anahtarı bir türlü denk getiremiyor. Uğraştı, uğraştı sonra "biri kontakla oynamış" dedi. Tabi tabi sen sarhoş değilsin, biri girmiş arabaya, sen anahtarı takama diye kontağı bozmuş gitmiş. Annemin anlattığına göre bunlar çok olmuş. Bizi Allah korumuş. Babamda amcam gibi akıl hastalığı çıkmamış ama direkten dönmüş dedim. Babam her zaman değil ama bazı yerlerde kendisini iyi hissetmek içki içer. İçki içtiğinde daha rahat oluyor. Doktoru dinledikten sonra benim de genlerimde alkole yatkınlık olabilir diye düşünmeye başladım. Aynı şekilde sigara da böyle. Bu bir cevapsa bundan mutlu olacağım. Hiç değilse sebebini bilmiş olacağım.
Bütün okul hayatım boyunca insanlar üniversiten bahsetti. Üniversite nedir? On beş on altı yaşındaki gençler kendini tanımazken üniversitede hangi bölümü okuyacaksa ona göre ders çalışması gerektiği anlatılıyor. Şu an İktisat okumaya kalksam, okul bitmeden ya kanser olurum ya da kafayı yerim. Bana göre İktisat dünyanın en sıkıcı şeyi. Kendini tanımayan gençler nasıl bölüm seçecek? Ben dershaneye gittiğimde neyin bana uygun neyin uygun olmadığını bilmeyerek gittim. Adam gibi çalışmaya başladım ama eksik bir şeyler vardı. Bunun ne olduğunu sonradan anladım. Benim İngilizce eğitim gördüğüm kayıp orta ve lise yıllarım. Ben bu yıllarda okula önem vermiyorum ki. Bana bu konuda ulaşabilen, sohbet edebilen kimse yoktu. O zaman da bir senelik dershaneyle aradaki fark kapanmıyor. iki yıllık bir okul kazandım, kuzenim Özgür'ün yanına Edirne'ye gittim.
Kuzenim Özgür Edirne'de iki yıllık bilgisayar programcılığı okuyordu, bana da sınavdan şapkadan çıkar gibi Edirne’de işletmecilikcilikcikcikcik diye bir şey çıkmış. Beraber aynı evde kalıyoruz. Ben daha çok onların yanındayım. O zaman bilgisayar programcılığının ne olduğunu gördüm, "işte bu be" dedim. Bu dünyada yapmak istediğim tek şey oldu ama bunu yirmi yaşında öğrendim. Kazadan sonra bilgisayar alınca, hep yapmak istediğim şeyi, programcılık öğrenmeye başladım. Beni hayata bağlayan şey programcılıktı hatta C diliydi (si diye okunur.) Beni başından bir şeyler geçmiş biri olarak görürsen bazı şeyler tavsiye edebilirim. İnsan nerede nasıl yaşarsa yaşasın kendisini hayata bağlayacak bir amaç bulmalı. Bir amaca sahip olmak insanı hayata bağlıyor. Ben her gün kalkıp aynı heyecanla bir kaç tane programcılık kitabı okudum. Başladım çalışmaya ama bir şeyler eksikti. Matematik bilgimin eksik olduğunu anladım. Bu, İngilizce eğitimin bana hediyesidir!!! Programcılıkta anlatılan konular matematik sorularıyla örnekleniyor. Mesela ikinci dereceden bir denklemin köklerini bulan program yapmak gibi. Denklemler kolay ama matematik bir bütün. Kümelerden trigonometriye kadar kullanılabilecek bilgi gerekebilir. Her tür program için matematik gerekmiyor ama benim ilgilendiğim konulara lazım mesela şifreleme ya da olasılık hesabı üzerine olanlar gibi. Elbette matematik öğrenecek değilim. Sonra bir diğer şeyi fark ettim ki matematik zekası gerekiyor. Matematik sorularını çözebiliyor olmak gerekiyor çünkü yazılan programlarda soruyu da çözümü de programcı hazırlıyor. Bir problem kurup çözümünü yazabilmeli. Ben de biraz var. Bununla idare edebilirim. Belki bir kurs iyi olurdu ama nasıl gideceğim? Aklına gelir belki, babamla konuşsam bir çözüm bulabilir miyiz?
Babam akıllı telefonlarla kavga ediyor. Çalınca açamıyor. Yanında telefon çalıyor bakmıyor. Navigasyon ilk kullanılır olduğunda bir yere gidiyorduk “telefondan navigasyona bakalım, trafiğe takılmadan gidelim” dedim “navigasyon bizi en kalabalık yola götürür bırakır” dedi. Babam kendi içinde büyük paranoyalar yaşıyor. Nasıl bir aklı var bilmiyorum ama sonradan böyle olmadığını anladı ama navigasyondan hep şüphe etti. “Ya bizi yanlış yollara götürürse?” Yüzünden bu soruyu okuyabilirsin. Babamın hayatı dolayısıyla benim hayatım bu paranoya içinde geçti. F16’ların rotasını çizdiği navigasyon sisteminin aynısını, trafikte en kısa ve açık yolu hesaplamak için kullanıyoruz ama babam “ya bizi yanlış yola götürürse” diye sürekli şüphe içinde bakıyor. Eğer bu cümlenin sonunda “yanlış yoldan dönmek için bizden çok para isterler” cümlesi geliyorsa, hiç şaşırmam. Paranoyak dünyasının babama söyleteceği en mantıklı!!! söz bu olurdu. Akrabalarım için de bir şey yazayım; navigasyon seni yanlış yola götürdüyse kullanmayı bilmiyorsun demektir. Kabahati navigasyonda değil kendinde ara. Anlayan anlasın. Akülü sandalyemin açma kapama, sırtını yatırma, kaldırma düğmeleri var. Babam sekiz yıldır açma kapama düğmesinden başka düğmeleri öğrenmedi. Bir de doğru düğmeyi bulamayınca kızıyor bağırıyor. Sanki biz bulamasın diye düğmelerin yerini değiştiriyoruz. Buradan anla, bilgisayar, programcılık üzerine ne kadar konuşabileceğini. Zaten programcılık üzerine bir kursa gitsem bizden çok para alırlar. Tabi. Bilmiyorsun sen. Kimseden almazlar ama bizden alırlar.
Çoğu insan programcılıkla ne yapacağımı, işime yaramayacağını söyledi. Ama istediğim şey işime yarayan bir şey bulmak değil, öğrenmekti. İnsanı hayata bağlayan kısmı burası; üzerinde çalışmak. İstediğim şifreleme ya da olasılık olmayabilir, başka konu üzerinde çalışırım. Nitekim öyle de yaptım. Kendi kendime sayısal loto programları gibi şeyler yazdım. Sonra Semih bir şirket kurdu ona web sitesi lazım oldu. Web sitesi yapmayı öğrendim. Semih'e site yaptım. Sonra web programcılığını öğrendim. Şimdi de kendi sitelerimi kendim yapıyorum. Ben hayata tutunacak şeyler bulduysam herkes bulur. "Tamam sen bir şeyler yaşamışsın ama yani mesela hapisteki bir insan, küçücük odada nasıl bir şey bulsun?" Benim hayatımın hapishaneden farkı yok ki? Paranoyak bir babayla evde hapis hayatı yaşıyoruz. Dışarı çıkabiliriz, istediğimiz yere gidip, istediğimiz şeyleri yapabiliriz ama yapmıyoruz. Babam evde ölmeyi bekliyor. Her gün "keşke uyanmasam" deyip yatıyor. Bunlar kendi sözleri. Keşke ölürken babamdan çok para isteseler. Neyse, bir insan eğer haksız yere hapisteyse, mesela kendisini ilah zanneden savcı ve hakimlerin "irtica hortladı" diye hapse attığı Müslümanları hayata bağlayacak şey, benim gibi Kur’an’ı öğrenmek olabilir. İslam üzerine yazılmış kitapları okuyabilirsin. Hapisten alim çıkarsın. Bununla beraber Kahhâr ve Muntekîm olan Allah'ın bir gün bu zulmün hesabını soracağını, mazlumun zalimden hakkını alacağını bilmesi, o günü düşünmesi insanı hayata bağlayabilir. Veya ahiret gelmeden bu devran dönebilir.
Kahhâr, “daima yenen, hep boyun eğdiren, kendisine dikleneni, eşsiz ve benzersiz otoritesine boyun eğdiren”, Muntekîm ise "kişiye yaptığının acısını tattıran" demek. Bunlar Esmaül Hüsna dediğimiz Kur'an'da geçen Allah'ın isim-sıfatları. Yaşadığın hayatı anlamak istiyorsan bu isimleri öğrenmelisin. Kahhâr ismi bir ülkede veya bir grup yöneticide tecelli ettiğinde yani kendini gösterdiğinde o insanların Allah’ın emrine boyun eğmekten başka şansı yoktur. O zaman Allah insanlara Muntekîm ismiyle yaptıklarının acısını tattır ya da bu karşılığı ahirete bırakır. Zulüm yapan siyasetçiler, hakimler, savcılar Kahhâr ve Muntekîm isimleri tecelli edince yaptıkları zulmün karşılığını görecekler, burada ya da ahirette fark etmez, eninde sonunda yapılan zulmün karşılığı verilecek. Bu, hiç eğlenceli olmayacak. Kafirler için ölüm anından cehenneme kadar sürecek ve her aşaması bir öncekinden daha zor olacak bir süreç var. Cumhuriyet kurulduktan sonra Müslümanlara yapılan zulmün karşılığı da eninde sonunda Kahhâr ve Muntekîm olan Allah tarafından verilecek. 2003’ten sonra güya Müslümanlar iktidar oldu ama onlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi zulüm yaptılar. Onlar da yaptıklarının karşılığını alacak. Bunu bilmek bizim için terapidir.
Bu günlüğü yazdıktan on sene sonra Viktor Frankl’i tanıma ve kitabını okuma fırsatı buldum. Boynumdan aşağısı felçli ama hayatıma anlam katacak, beni hayata bağlayacak bir şeyler bulmam aslında şaşırtıcı değil, olmamalı. Frankl’in kitabıyla, hayatına anlam katacak şeyler bulabilirsen Hitler’in veya Stalin'in toplama kamplarına benzer yerlerde yaşasan bile insanın hayata tutunabileceğini gördüm. Sen de bunları gör diye sonradan alıntılar ekledim.
Frankl Logoterapinin kurucusudur. Yahudi olduğu için Hitlerin ölüm kamplarına götürülmüş. Ausschwitz gibi dört ölüm kampından sağ kurtulan az sayıda insandan biri. İnsanın Anlam Arayışı adında bir kitap yazmış, kamplarda yaşadıklarını, insanların bu tür kamplarda bile mutlu, umutlu olabileceğini ve logoterapinin ne olduğunu anlatmış. Frankl, insanları hayata bağlayan amaç, anlam ve beklentilerin bittiğinde insanların öldüğünü görmüş. Bu bana çok ilginç geldi, bağışıklık sistemiyle insanları hayata bağlayan anlam, umut, beklenti arasında bağ var. Anlam kaybolduğunda bağışıklı sitemi çökebiliyor. Bu konuda Frankl gördüklerini şöyle yazmış;
Geleceğe -kendi geleceğine- inancını yitirince tutuklunun sonu geliyordu. Geleceğe olan inancını yitirince tinsel (manevi) bağını da yitiriyordu; kendi çöküşüne, ruhsal ve fiziksel çöküşüne göz yumuyordu. Bu da genellikle, deneyimli kamp sakinlerinin belirtilerini bildirdiği bir kriz halinde, birdenbire ortaya çıkıyordu. O anda hepimiz -kendimiz için değil, çünkü bu anlamsız olurdu, arkadaşlarımız için- korkardık. Bu genellikle, tutuklunun bir sabah giyinip yıkanmayı ya da toplanma alanına gitmeyi reddetmesiyle başlardı. Ne yalvarıp yakarmalar ne dayak ne de tehditler işe yarıyordu. Öylece kımıldamadan yatıyordu. Krizi yaratan şey bir hastalıksa, revire götürülmeyi ya da kendi yararına bir şey yapmayı reddediyordu. Kısaca pes ediyordu. Olduğu yerde, kendi dışkısının üzerinde öylece uzanıp kalıyor, artık hiçbir şeye aldırış etmez oluyordu.
Bir keresinde, geleceğe inancın yitirilişiyle bu tehlikeli pes ediş arasındaki yakın ilişkiye dair dramatik bir olaya tanık oldum. Oldukça ünlü bir besteci ve libretto yazan olan kıdemli blok muhafızımız F, bir gün bana şunları söyledi: “Sana bir şey anlatmak istiyorum, Doktor. Garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses, bir şey isteyebileceğimi, bilmek istediğim şeyi söylememin yeterli olduğunu, ne sorarsam sorayım yanıt verebileceğini söyledi. Ne sordum dersin? Savaşın benim için ne zaman biteceğini sordum. Ne dediğimi anlıyorsun: Benim için! Kampımızın ne zaman özgürlüğe kavuşacağım, acılarımızın ne zaman biteceğini bilmek istemedim.”
“Peki bu rüyayı ne zaman gördün?” diye sordum.
“1945 Şubatında,” diye yanıtladı. Rüyayı anlattığında Mart başlarıydı.
“Rüyandaki ses ne dedi?”
“30 Mart," diye fısıldadı saklamak istercesine.
F., bu rüyayı bana anlattığında hâlâ umut doluydu ve rüyadaki sesin doğru çıkacağına inanıyordu. Ama vaat edilen gün yaklaştıkça, kampa ulaşan savaş haberleri, o gün özgür olmamızın pek de olası olmadığım gösteriyordu. 29 Mart günü F., ansızın hastalandı ve ateşi çok yükseldi. Kehanetinin, savaşın ve acıların kendisi için biteceğini söylediği 30 Mart günü hezeyana girdi ve bilincini yitirdi. 31 Mart günü ölmüştü. Dışarıdan bakıldığında ölüm nedeni tifüstü.
Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğim anlayacaktır. Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayal kırıklığı yaşamasıydı. Bu, vücudunun uykuda olan tifüs salgınına karşı direncini birdenbire düşürmüştü. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü; böylece rüyasındaki ses haklı çıkmıştı.
Bu olaya ilişkin gözlemler ve bunlardan çıkarılan sonuçlar, bulunduğumuz toplama kampının başhekiminin dikkatimi çektiği bir olguyla uygunluk içindedir. 1944’ün son haftasıyla 1945’in ilk günleri arasındaki Noel döneminde kamptaki ölüm oranı, önceki deneyimlerin çok çok ötesinde bir artış göstermiş. Ona göre bu artışın açıklaması, ağır çalışma şartlarında, yiyecek kaynaklarının bozulmasında, hava şartlarının değişmesinde ya da yeni bir salgında yatmıyordu. Bunun nedeni kısaca, tutukluların çoğunun, yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacağı yolunda safça bir umutla yaşamış olmalarıydı. Yeni yıl yaklaştıkça gelen haberler cesaret verici olmadığı için, tutuktular cesaretlerini yitirmiş ve hayal kırıklığına yenik düşmüşlerdi. Bu da direnme güçleri üzerinde tehlikeli bir etki yaratmış ve birçoğu ölmüştü.
Daha önce de söylediğimiz gibi, kamptaki bir insanın içsel gücünü yeniden kazanmasını sağlamaya yönelik bir çabanın, ilk önce ona gelecekte bir hedef göstermeyi başarması gerekiyordu. Nietzsche’nin şu sözleri, tutuklularla ilgili her türden psikoterapi ve koruyucu ruh sağlığı çabalarının yol gösterici parolası olabilir: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a katlanabilir." Fırsat bulunur bulunmaz, varoluşlarının ürkütücü nasıl’ına katlanmalarını sağlayacak bir güce ulaşmaları için, yaşamlarında bu insanlara bir neden -bir amaç- göstermek gerekir. Yaşamında hiçbir anlam, amaç, hedef göremeyen ve bu nedenle sürdürmeyi anlamsız bulan kişinin vay haline! Kaybetmesi uzun sürmeyecektir. Bu tür bir insanın her türden yüreklendirici tartışmayı reddetmek için verdiği tipik karşılık şöyle oluyordu: "Artık hayattan beklediğim hiçbir şey yok.” Buna nasıl bir yanıt verilebilir ki?
Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmanın, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için, kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu üstlenmek anlamına gelir. (Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 89-92)
Anneannemin de ölüm sebebi budur; yaşama sevincini, anlamını kaybetmesi. Viktor Frankl'in bu kitabını okumasaydım anneannemin ölümünü anlayamazdım. Anneannemin dizlerinde problem vardı. Yaşı ilerledikçe problem arttı. Doksan yaşına geldiğinde bastonlarla zar zor yürüyordu. Ama hayat doluydu. Hiçbir zaman umutsuz olduğunu görmedim. Bir gün Biga'da annem komşuları davet etmişti. Anneannem de vardı. Karşı komşu köylerindeki bir kadının evlilik hayatı, çocuk büyütme konularındaki fedakarlığını anlatmıştı. Dediğine göre bu kadın yüz yirmi yaşına kadar yaşamış. Sonra anneanneme "inşallah sen de o kadar yaşarsın" dedi. Anneannem bir âmin dedi. Ömrümde o kadar içten âmin duymadım. Doksan yaşında bastonlarla zar zor yürürken ve dizlerindeki rahatsızlık sürekli ilerlerken otuz sene daha yaşamak için âmin demek herkesin harcı değildir. Anneannem yüz on beş yaşına geldiğinde bizim sülaledeki herkes ölür. Anneanneme bakacak kimse kalmaz. Torunlardan kalan olursa onlar da bakılacak halde olurlar. Anneannem bunları hiç düşünmezdi. “Her şey bir şekilde hallolur” derdi. Çok yüksek seviyede hayata bağlıydı. Ama bir gün düştü kalçası kırıldı. Ameliyattan sonra yoğun bakımdayken annemler görmeye gitti. Anneme söylediği ilk şey "artık yürüyemeyeceğim" olmuş. Dizlerinde problem olduğu için ayağa kaldırmaya cesaret edemediler. Çünkü iki hafta kadar kımıldamadan yattı. Zaten zayıf olan bacak kasları iyice zayıfladı. Böyle durumlarda fizyoterapistler hareket yaptırarak kasları güçlendiriyor ama anneannemin dizlerindeki sorun fizyoterapi görmesine de engel odu. Dizlerini bükünce canı çok acıyordu. Fizyoterapi görmeyince ameliyattan sonra ayağa kaldırmak büyük risk. Zaten bastonlarla yürüyordu. Bastonlarla birkaç adım atıp dizi boşalsaydı düşüp tekrar kalçası ya da bacağı kırılabilirdi. Anneannem eve çıktığında "bir daha yürüyemeyeceğim" psikolojisindeydi. Bu düşünce anneannemin yaşama olan bağını, umudunu her şeyini alıp götürdü. Yatağına yattı, uyumaya başladı. Vücudu kendisini kapattı. Birkaç gün içinde konuşamamaya başladı. Yemek yiyemedi. Bir gün yanına çıktım. Uyuyordu, zorla uyandırdılar. Beni tanımadı. Yarım saat geçmişten bugünden konuştuk, aklı yerine geldi herhalde, dudaklarını okudum “Onur gelmiş” dedi. Bir süre sonra tekrar uyumaya başladı. Anneannemin hafızası çok iyiydi. Birini tanıyamadığı hiç olmamıştı. Kalça ameliyatı olup da bu hale gelmesine sebep olacak hiçbir şey yoktu. Olan, yaşama sevincinin bitmesiydi, bir daha yürüyememe düşüncesi ölüm getirdi. Eve çıktıktan iki hafta sonra öldü. Tıpkı Frankl'in yazdığı, ölüm kamplarındakilerin kamptan kurtulma ümitlerini yitirdiklerinde öldükleri gibi. Kalça kırığı sonrası insanların çok yaşamamasının sebebi muhtemelen budur, yaşama sevincini, anlamını yitirmek.
Viktor Frankl kitabında kendisinin Auschwitz gibi bir ölüm kampında nasıl hayata tutunduğunu da şöyle yazmış.
Kuşkusuz insanın anlam arayışı içsel denge yerine içsel gerilim yaratabilir. Ne var ki, ruh sağlığının vazgeçilmez ön koşulu da işte bu gerilimdir. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki dünyada, kişinin en kötü şartlarda bile yaşamım sürdürmesine, yaşamında bir anlam olduğu bilgisi kadar etkili bir şekilde yardımcı olan başka hiçbir şey yoktur. Nietzsche’nin şu sözlerinde bilgelik vardır: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir.” Bu sözlerde her psikoterapi için geçerli olan bir parola görebiliyorum. Nazi toplama kamplarında, yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu bilen insanların, yaşama şansı en yüksek olan insanlar olduklarını gözlemek olasıydı. O günden beri, toplama kamplarına ilişkin yazılan diğer kitapların yazarları, aynca Japon, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam savaş tutuklusu kamplarında yapılan psikiyatrik araştırmalar da aynı sonuca varmıştır.
Kendi adıma, Auschwitz Toplama Kampı’na alındığımda, yayına hazır olan kitabımın metnine el konmuştu. Kuşkusuz, bu metni tekrar yazmaya yönelik derin arzum, yaşadığım kampın ağır şartlarında hayatta kalmama yardım etti, örneğin, Bavaria’daki bir kampta tifüs ateşiyle hasta düşünce, özgürlük gününe kadar yaşayabildiğim takdirde kitabı tekrar yazabilmek amacıyla, küçük kâğıt parçalarına sürekli not alıyordum. Bavaria Toplama Kampları’nm karanlık barakalarının arkasında kaybettiğim kitabı yeniden yazma işinin, kardiyovasküler çöküş tehlikesinin üstesinden gelmeme yardım ettiğinden eminim. (Viktor Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 118)
Biraz yukarıda hapis veya hastalık gibi nedenlerle sınırlı bir hayatın varsa, hayatına anlam katmaktan, bir amaca sahip olmaktan bahsettim. İnsanlar Auschwitz gibi bir ölüm kampında hayata tutunacak bir sebep bulduysa, ben kısıtlı fiziksel durumuma, zamanımın tümünü odamda geçirmeme rağmen hayatıma anlam katacak şeyler bulabildiysem, herkes yapabilir. Zaten varoluş sorgusu başlı başına bu anlamı bulmaya yönelik değil mi? Ben Allah’ın gönderdiği Kitap üzerinden hayatın anlamını anlamaya çalıştım. Müslümanların birinci görevi bu olmalı. “Peki adam Müslüman değilse ne yapsın?" Önce kendisini sonra Allah'ı tanımaya çalışsın. Allah olmadan yaşayamazsın. Yaşadığın hayatın anlamı olmaz. Bunu görmen lazım. Eskiden solcuydum, solculara hitaben yazayım. 80'lerdan beri hapishanelerde ölüm orucuyla ölen onlarca solcu, devrimci oldu. Kim hatırlıyor onları? Ne işe yaradı bu hayatlar? Ölüm orucunda ölen insanları halka sor bakalım hatırlayan var mı o isimleri? Abdullah Meral’i Mehmet Fatih Öktülmüş’ü, Haydar Başbağ’ı ve Hasan Telci’yi sokakta tanıyan kaç kişi çıkar? Bırak sokaktaki insanları solculardan bu isimleri hatırlayan var mı? Bu isimlerin sol, komünist yayımlarda, köşe yazılarında veya sosyal medyada ölen devrimcilerin başlattıkları eylemlerin yıl dönümünde “filan zamanda onurlu direnişinin 45. gününde aramızdan ayrılan falan arkadaşımızı yad ediyoruz. Zulme karşı verdiği onurlu mücadele yarınlara ışık tutacak” gibi paylaşımlarda geçmesi günün devrimcilerine malzeme olmaktan başka bir şey değildir. 1984 yılında ölen insanların eylemlerini savunmak bir oyundur; devrimcilik oyunu. Onlar 84’te yaptıkları ölüm orucuyla, bir kaç sene sonra isteklerinin kabul edilmesini sağlamış olabilir. Ama bugün artık bu eylemlerin bir karşılığının olmadığını görüyoruz. Artık ölüm orucu onurlu duruş filan değil. Zaman değişti. Grup Yorum’un taleplerini dikkate alan oldu mu? Çocuklarınıza “elde edemediğin şeyler için bir gün intihar edebilirsin” diye bir şey öğretiyor musunuz? Hayır. Ama intiharın adı ölüm olucu olunca onurlu duruş oluyor. Üstelik bugün ölüm orucu emri çoğu zaman üst düzey örgüt yöneticilerinden geliyor. Senin onurlu duruş dediğin şey bugün aslında bir örgütteki yöneticilerin piyonu olmaktan başka bir şey değildir. Bugün İsviçre'de ölüm orucu tutarak taleplerine karşılık alabilirsin hatta halkın desteğini bile alabilirsin ama Türkiye'de artık bu yolla hiç bir şey elde edemeyeceğini görmen gerekir. Dolayısıyla bu onurlu duruş falan değildir. Bile bile ladestir.
1984 yılının 11 Nisan günü Metris hapishanesindeki Devrimci Sol ve TİKB davası tutsakları, tek tip elbise dayatmasının sona erdirilmesi, işkenceden vazgeçilmesi, politik tutukluluk hakkı ve sosyal ve insanî şartlar için açlık grevine başladılar ve bu eylem dört yüz tutsakla 45. Günde ölüm orucuna dönüştürüldü. Direnişin altmışıncı ve yetmişinci günlerinin başında Abdullah Meral, Haydar Başbağ, M. Fatih Öktülmüş, Hasan Telci yaşamlarını yitirdiler. Açlık grevleri, özellikle tek tip dayatmasının durdurulması ile kesin olarak Şubat 1986'da sona erdirildi.(İsmail Güney Yılmaz, Biamag, 22/12/2022)
Yaşar Nuri Öztürk hoca Japonya’da bir konferans vermiş. Eşitlik ve adaletten bahseden ayetlerden okumuş. Konuşma sonrası bir grup dinleyici yanına gelip eşitlik ve adaletten bahseden metnin Das Kapital’den mi olduğunu sormuşlar. Yaşar hoca da okuduğu ayetleri göstermiş. Soruyu soranlardan biri “Marx bu ayetleri bilseydi Das Kapital’i yazmazdı” demiş. Bu yaşanmış bir olay, hikâye değil. İnanmakta zorlanabilirsin ama gerçekten Kur’an’daki eşitlik ve adalet sistemini başka yerde bulamazsın. Bugün İslam diye gördüğün karmaşa Emeviler döneminde değiştirilen Mezhep hükümleridir. Hayatına, Kur’an’ı anlamaya çalışarak anlam katabilirsin. Müslüman olmak antikapitalist, antiemperyalist olmayı gerektirir. İslam’da hiçbir şekilde zorlama yoktur. Allah her şeyi belli bir ölçüye bağlamış ama bunlar bilinmiyor. Müslüman çocuklara Kur’an’ın özü anlatılmıyor. Kur’an bilinseydi Müslümanlar kötülük yapmazdı. Işid mesela; yaptıkları her zulüm Mezhep hükümleridir. Kur’an’a uysalardı İslam devleti kuracağız diye Ezidilere soykırım yapamazlardı. Ezidi erkekleri öldürdüler, kadınları ve kızları köle cariye diye sattılar. Işid bunu İslam diye yaptı ama bu İslam değil. Müslümanlar mezhep kitaplarında Kur'an'a aykırı hükümler bulunduğunun farkında bile değil çünkü kimse önceki alimlerin Kur'an'a aykırı hüküm verebileceğine ihtimal vermemiş. Dolayısıyla kimse bu kitapları Kur'an'a göre kontrol etmemiş. Kur’an’daki sistem, özgürlük ve haklar bambaşkadır. İslam insanlığa barış özgürlük, adalet ve zenginlik getirir. Bunun için Seyyid Kutub’un kitaplarını, tefsirini okuyabilirsin. İslam’ın yaşandığı iddia edilen coğrafyalarda bu dördü yoksa o topraklarda İslam değil uydurulmuş din yaşanıyor demektir. Buradan anlayabilirsin ki o topraklarda din adına konuşan hocaların hepsi uydurulmuş din anlatmıştır. Eğer indirilmiş dini anlatsalardı Müslüman coğrafya bugün bu halde, dünyanın en geri kalmış toplumu olur muydu?
Uydurulmuş din ki buna Ehl-i Sünnet desek yanlış olmaz, bu hocalar Seyyid Kutub’u “zararlı” görür. Yine buradan anlayabilirsin ki kendileri “faydalı” olsaydı İslam ümmeti bu durumda olmazdı. Ehl-i Sünnet dininin ateşli savunucusu, hocası, yazarı çizeri... senin anlattığın din doğru olsaydı Müslümanlar yeryüzünün en fakir toplumları olur muydu?
Uluslararası Para Fonu’nun “En Fakir Ülkeler” araştırmasına göre, maddi durumu en kötü 50 ülkeden 17’si yarısından fazlası Müslüman olan ülkeler. Dünya Bankası’ın verileriyle birleştirildiği zaman dünyanın en fakir ülkeleri arasında 18 Müslüman ülke yer alıyor. Bunlar; Nijer, Yemen, Sierra Leone, Komorlar, Gambiya, Burkina Faso, Afganistan, Çad, Gine, Mali, Senegal, Tacikistan, Kırgızistan, Bangladeş, Cibuti, Moritanya, Filistin ve Sudan.[ Dünyanın en fakir 50 ülkesinden 18'i Müslüman! https://www.yeniakit.com.tr/haber/dunyanin-en-fakir-50-ulkesinden-18i-musluman-suudiler-yardim-etmek-yerine-abdye-1-milyar-dolar-veriyor-502733.html]
Bu din nasıl bir din ki yaşandığı iddia edilen ülkelerde fakirlik ve savaştan başka bir şey yok. İman arayışında olan ama bu tabloyu görüp İslam’dan uzak duran gençlere nasıl açıklama yapacaksın? “Bekleyin Mehdi gelince her şey düzelecek” mi diyeceksin? Sen daha Mehdi’yi bekle, yakında Müslümanların yaşayacağı toprakları olmayacak. O zaman da "geç kaldı ama kesin gelecek" diyeceksin ama bilmediğin, Mehdi gelmeyecek.
Ehl-i Sünnet dininin hocası, senin anlattığın din doğru olsaydı Gazze bu hale gelir miydi? İsrail kafasına her estiğinde kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları öldürebilir miydi?
Gazze'de görevini fiilen yürüten Filistin Hükümeti Sağlık Bakanlığı verilerine göre, İsrail'in hava, kara ve denizden düzenlendiği saldırılarda 7 Temmuz'dan 8 Ağustos'a kadar 434'ü çocuk, 246'sı kadın, 79'u yaşlı bin 898 kişinin hayatını kaybettiği, 2 bin 877'si çocuk, bin 927'si kadın, 374'ü yaşlı 9 bin 52 kişinin yaralandığı savaşın 1 aylık bilançosu Gazze'deki yıkım gözler önüne seriyor.[ 30 günde İsrail'in Gazze'ye saldırıları, https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/30-gunde-israilin-gazzeye-saldirilari/133059 ]
Ehl-i sünnet dininin hocası, cihad emri kime verildi? İnfak ayetleri kimin kitabında yazıyor? Kimin kitabında cennete girme şartı, imandan sonra salih amel diye her bir kaç sayfada bir tekrarlanıyor? Bu ayetler bizim elimizdeyken İslam dünyası nasıl bu hale geldi?
Sözlerim yanlış anlaşılmasın, savaş çığırtkanlığı yapıyor değilim. Benim yolum bilgi cihadıdır. Doğru bilgi bizim ortak paydamız olmalı. Ben omurilik felçlisiyim. Klavyeyle zar zor yazı yazıyorum. Yazı yazmaktan başka yapabileceğim pek bir şey yok ama sen öyle misin? Avrupa, Amerika birleşik devlet oldu da senin niye birleşik İslam devletin yok? Yapamazsın, bizi öyle Mezheplere bölmüşler ki, herkes kendisinin doğru olduğunu iddia ediyor. “Bir birleşme olacaksa benim mezhebimde olur” diyor. Senin mezhebin vaz geçilmez de Kur’an vaz geçilir mi? Neden kimse Kur’an paydasında buluşalım demiyor? İslam dünyası gözünün önünde bölünüp parçalanıyor, her yerde fitne çıkarılıp Müslümanlar bir birbirine kırdırılıyor, sen ne yapıyorsun? “Efendi hazretleri bir dua buyursanız da İslam dünyası düzelse” diye rab edindiğin şeyhinin dizinin dibinde oturuyorsun.
Oturduğu yerden ahkam kesen biri de değilim. Şu an din diye yaşanan Ehl-i sünnet inancının Kur’an’dan ne kadar uzak olduğunu anlatan -günlüğümden ayrı- bir kitap yazdım. Yayımlanır mı, ne zaman yayımlanır bilemiyorum o yüzden adını vermedim. Eğer kitap basılırsa Semih bu paragrafı, alttakiyle birleştirsin, düzenlesin, kitabın basıldığını, adını, benim adımı, varsa yayınevi web sitesinde kitabın sayfasını yazsın.
Öfke gibi görünen sitemim, adı “hoş” ama içi “bomboş” olan “Ehl-i Sünnet” dinin hocaları bizim için sapık kafir, zındık dediğinde, Müslüman halkın hiç bir kıyas, araştırma yapmadan onlara inanmaları. Ehl-i Sünnet dinin hocaları nasıl “bomboş” bir inancı yaşayıp anlattığını yazdım. Hesap Günü her satırının hesabını vermeye hazırım. Seni İslam’dan uzak tutan da Ehl-i Sünnet dinidir. Onlara inanma, bana da inanma ama oku, kıyasla. Doğruyu kendin gör. Ehl-i Sünnet kimi “okumayın, dinlemeyin” diyorsa onları oku, dinle. Ondan sonra inanıp inanmamaya karar verebilirsin.
İslam dünyası birbiriyle savaşırken, yoksulluktan çocuklar ölürken, Abd-İsrail, Müslümanların topraklarını yavaş yavaş ellerinden alırken, Ehl-i Sünnet alimleri dergahlarında, kimin kitabı okunur kimin kitabı okunmaz diye fetva veriyor. Sen kimsin ki kendini bu dinin otoritesi zannettin. Kim verdi sana bu görevi? Sana mı kaldı kim sapık kafir zındık diye liste hazırlamak? Bu millet, Müslümanlar kitap okusaydı başta Ehl-i Sünnet’in sapık olduğunu görecekti. Müslümanlar kitap okumuyor, sana soruyor diye kör ilminle liste hazırlıyorsun ama bilmediğin, listenin başında sen varsın. Yazdığım kitaba cevap ver, her “yanlışın” neden yanlış olduğunu anlatan ayetleri okuduktan sonra, bul editörümü, diyebiliyorsan “şurası yanlış, bu ayetler bizim Mezhebimize, Ehl-i Sünnet itikadına uymuyor” de.
Bu ümmet Kur’an’dan ne zaman bu kadar kopmuş? Ve neden Ehl-i Sünnet kendisine yanlışlarını gösterenlere sapık, kafir, zındık der? Aklı olan herkes bu yanlışları görüyor. Ne oluyor da bir tek Ehl-i Sünnetin alimleri göremiyor?
Sen Ehl-i Sünnet’in “o okunur bu okunmaz” diye verdiği fetvalara inanma. Seyyid Kutub’un kitaplarından oku, sonra tefsirini de okumak isteyeceksin ama tarikat ve cemaatlerdeki müridler gibi yapma; Seyyid Kutub’u veya daha geniş düşünelim, hiç kimseyi tartışmasız bu dinin otoritesi kabul etme. Herkesin hataları var. Başkalarının da kitaplarını da oku; Elmalılı'yı, Zemahşeri'yi, Süleymaniye Vakfı'nın kitaplarını, Muhammed Esed'i, Mustafa İslamoğlu'nu, İsrafil Balcı’yı, Mehmet Okuyan’nı, Cemal Külünkoğlu'nu, Ali Şeriat’yi... Ehl-i Sünnet inancından biri bu isimleri okuduğunda tüyleri diken diken olur, “Elmalılı hariç, ne kadar sapık adam varsa, hepsini tavsiye etmiş” diyecektir. Hiç kimse onlara böyle bir görev vermedi. Bu dinin en büyük devrimlerinden biri, ruhban sınıfının olmamasıdır. Allah diyor ki; Dinlerini parça parça edip belli kişiler etrafında toplananlar var ya! Sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işi Allah’a kalmıştır. Daha sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bildirecektir. (6:Enam 159) Ehl-i Sünnet ve dünyadaki diğer Müslümanlar dinlerini parça parça etti, Mezheplere, tarikatlara, cemaatlere bölündüler. Ne gariptir ki herkes doğru olanın kendisi olduğunu iddia ediyor. Ayeti görüyorsun, onların işi Allah’a kalmış. Bu dinde otorite Kur’an’dır. Kimin yazdıkları anlattıkları Kur’an’a uyuyorsa alınır, dinlenir. Bu arada hadisleri gereksiz gördüğüm de yoktur. Hadisin doğrusu da Kur’an uygun olması gerektiği için otorite yalnız Kur’an’dır. İnanma onlara, yine yazayım, bana da inanma, kendin oku, kıyasla, kanaat sahibi ol. Bir amaç edinmekten buraya geldim, gerçek İslam’ı öğrenmek ve bir amaç istiyorsan Seyyid Kutub’un kitaplarını, Fî Zılâl'il Kur'an tefsirini okuyarak başlayabilirsin.
Fî Zılâl'il Kur'an “Kur’an’ın Gölgesinde” demek. Bana göre bu tefsir, inanma zorluğu çekenlere de Müslümanlara da çok güzel açıklamalar içeriyor. Fakat şöyle bir uyarı yapmam gerekiyor; bütün meallerde bazı ayetlerin tercümesinde sıkıntılar var. Dolayısıyla Seyyid Kutub’un mealinde de var. Ateistlerin, deistlerin de en çok sorduğu, kabul edemediği konulardan biridir bu. Meallerde her şey Allah’ın “dilemesine” bağlı ve kafirleri saptıran, kalplerini kulaklarını mühürleyen Allah’mış gibi görünüyor. Bu doğru değil. O yüzden okuduğun meallerde, tefsirlerde bu tür tercümelerin doğru olmadığını bil. Ehl-i Sünnet alimleri bunları düzelteceğine “ilah” gibi “o okunur, bu okunmaz” diye fetva verip durmuş. Bu konunun doğrusunu Süleymaniye Vakfı ortaya koydu. İleride bu konuyla ilgili yeterince açıklama görebilirsin.
Ehl-i Sünnet kendisini “ilah” zannettiği için bazı tefsirleri, kitapları kendi inancına göre sadeleştirir. Bir kitapta, tefsirde “muhtasar” sıfatını görüyorsan Ehl-i Sünnet’in o kitaba, tefsire müdahale ettiğinden şüphelen. Muhtasar, kısaltılmış, özet haline getirilmiş demek. Bir tefsir neden kısaltılır? Aksi her zaman mümkündür ama kendi inancına aykırı görüşleri çıkarmak için kısaltılır. Seyyid Kutub’un da tefsirinin kısaltılmış hali var. Bilgin olsun.
Bu kitapta Fî Zılâl'il Kur'an’dan alıntılar yaptım, açıklamalar gösterdim. Bu açıklamalar Kutub’un tefsiri hakkında fikir sahibi olmanı sağlar. Tefsiri okumak her babayiğidin harcı değildir fakat mesela bir yılda yirmi kitap okunamaz mı? Okunur, çok daha fazlası da okunur. Bir amacı olanlar buna girişebilir. Laf lafı açıyor, şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; Kutub'un tefsirini okurken hiç sıkılmadım, Zemahşeri de fena değildi ama Elmalılı'nın tefsirini okurken sıkıldım. Bunun hikmeti nedir diye biraz düşününce Kutub'un edebiyatçı olması sebebiyle okuyucuyu sıkmadan yazabildiğini gördüm. Her ayet bloğuna insanları sıkmadan uzun ve güzel açıklamalar yazmış. Sen de bu açıklamaları okursan, her ayet bloğunda uzun bir açıklama okumana rağmen sıkılmadığını ve gerçekten çok güzel açıklamalar yazdığını fark edeceksin. İşte sana bir amaç; -dileme diye tercüme edilen ayetlere dikkat ederek- İslam insanlığa nasıl barış özgürlük, adalet ve zenginlik getirir öğrenmek elinde. Bununla beraber herkes neden var olduğunu arıyor, düşünüyor. Cevabı yine Kur’an’da. Başlangıç olarak Seyyid Kutub’u adres gösterdim, her şey şu an senin elinde. Hatta Kutub’un Mukaddime’sinden kısa bir alıntı yapabilirim;
Kur’an’ın gölgesi altında yaşamak nimettir. Sadece onu tadanın bilebileceği bir nimet. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran bir nimet.
Allah’a hamdolsun ki, ömrümün bir bölümünü Kur’an’ın gölgesi altında yaşama imkânını bağışladı. Bu dönemde, hayatımın o güne kadar ki bölümünde hiç tatmamış olduğum bir nimetin hazzını duydum. İnsan ömrünü yücelten, onurlu kılan ve arındıran nimetin hazzını...
Bu dönemi, şu Kur'an’ın cümleleri aracılığıyla bana seslenen yüce Allah’ın sözlerini kulaklarımda işiterek yaşadım. Ben ki, basit ve küçük bir kulum... İnsan için bundan daha yüce bir onurlandırma, insan ömrüne şu Kur’an’ın kazandırdığı yücelikten daha üstün bir yücelik, kerem sahibi yaratıcının insana sunacağı bundan daha yüksek bir derece düşünülebilir mi?
Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen dönemindeki düşüncelerime göre, yeryüzünde son çırpınışlarını yaşayan cahiliye uygarlığı, bu uygarlığın tutkunlarının basit ve komik amaçları, üstelik gerçekte sınırlı ve cüz’i olan bilgileri ve düşünceleriyle övünüp böbürlenmeleri, acınacak ve aynı zamanda da bulunduğum yüksek seviye gereği, tepeden bakılacak bir durumdu. Tıpkı yetişkin yaşta bir insanın çocukların oyunlarına, çocukça hareketlerine ve kırık dökük konuşma girişimine baktığı gibi. Onları seyrederken hayret ediyorum. Ne oluyor şu insanlara? Ne oluyor da mikrop yuvası bir bataklığın derinliklerine gömülüp giderken, şu yüce çağrıya; insan hayatını yücelten, onurlandıran ve arındıran çağrıya kulak veremiyorlar?
Hayatımın Kur’an’ın gölgesi altında geçen bir dönemini, varlık alemine ilişkin şu kapsamlı, yetkin, yüksek düzeyli saf düşünceyi; tüm evrenin ve insan varoluşunun amacına ilişkin şu düşünce sistemini, doya doya özümleyerek yaşadım. Bu düşünce sistemini, insanlığın doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde etkisi altında yaşadığı cahiliye düşünceleriyle karşılaştırdım ve içimden şu soruyu sordum: Nasıl oluyor da insanlık, önünde temiz bir yeşil ova, yüksek seviyeli bir alan ve parlak ışık dururken bu kokuşmuş bataklıkta, bu çamur dehlizlerinde ve bu koyu karanlıkta yaşayabiliyor?
Hayatımın Kur'an'ın gölgesi altında geçen bu dönemini, insanın, yüce Allah'ın istemine uygun hareketiyle, yine 0’nun tarafından yaratılan şu evrenin hareketi arasındaki çarpıcı ahengi hissederek yaşadım. Bunun yanı sıra evrenin kanunlarına ters düşen insanlığın sıkıntı dolu bocalayışını, dışarıdan empoze edilen bozuk ve zararlı öğretiler ile yaratılış mayasını oluşturan fıtrî yapısı arasındaki çatışmayı gözledim ve arkasından kendi kendime şöyle dedim; “Hangi alçak şeytandır ki, insani kendi adımları ile bu cehenneme doğru güdüyor?"[ Seyyid Kutub, Fî Zılâl-İl Kuran, 10 Cilt, Çev: Salih Uçan, Vahdettin İnce, Mehmet Yolcu, İstanbul, Dünya Yayıncılık, 1991, C:1, Mukaddime]
İslam, Kur’an herkesi böyle değiştirir. Fakat bu, uydurulmuş Ehl-i Sünnet İslam’ı değildir. İndirilmiş dindir. Kur’an’ı okumaya başladığında, hemen değil ama zamanla Allah'ın düzenini, dinini, amacını anlarsın. Bu din, ibadet eden kitleler oluşturmak için değildir. İbadet önemli bir rükündür [Bir ibadeti, hukukî fiil veya işlemi oluşturan ana unsur anlamında fıkıh terimi. (TDV İslam Ansiklopedisi, Mukaddime md.)] fakat bu din, insanı duygularının esiri olduğu en düşük seviyeden alıp en yüksek kemâl derecesine çıkaran yaşam tarzıdır. Allah, insan üstündeki amacını bu yaşam tarzıyla gerçekleştirir. Kutub bu amacı şöyle yazmış;
İnsan, şu bilinen varlığın adıdır. O fıtrî yapısı ile, eğilimleri ile, içgüdüleri ve yetenekleri ile tanınan insandır. İlâhi sistem, onun elinden tutarak yapısı ve fonksiyonu gereği kendisi için tasarlanan en üst kemal düzeyine çıkamaya çalışır, onu Allah’a doğru yükselen kemal yolunda ilerletirken kişiliğine fitri yapışına ve bu yapının temel dayanaklarına saygı gösterir.
Bütün bu özellikleri içerisinde barındıran bu İlâhi sistem, insanlığın uzun çağlar sürecek uzun ömrü dikkate alınarak ortaya konulmuştur. Bu sürenin ne kadar olduğunu sadece şu insanin yaratıcısı ve şu Kur’an’ı indiren Allah bilir. Bundan dolayı bu sistem yüce amaçlarını gerçekleştirme konusunda zorlamacı, baskıcı ve aceleci değildir. Önündeki ufuk sürekli ve sonsuzdur. Onu ne bir ferdin ömrü sınırlar ve ne de ölüme yakalanıp da uzun vadeli amacını gerçekleştiremeyeceğinden korkan fani bir insanın arzusu kışkırtabilir.
Oysa yapmak istedikleri her şeyi bir kuşağın ömrü içine sığdırmaya çalışan yeryüzü kaynaklı, baskıcı doktrinlerin taraftarları bunun tam tersi olan bir tutum benimserler. Onlar adımlarını dengeli olarak atan insan fıtratının önüne geçmeye kalkışırlar. Çünkü bu dengeli adımların temposuna sabredemezler! Ama izledikleri yolun üzerinde katliam kurbanlarının ceset kümeleri yükselir, seller gibi insan kanı akar, değerler paramparça ve işler karmakarışık olur, sonunda kendileri de yapmacık doktrinleri de zorba doktrinler tarafından, alt edilmesi mümkün olmayan insan fıtratının darbeleri altında parçalanıp yok olur.
Oysa İslam, fıtrata ayak uydurarak sakin ve ağır adımlarla ilerler. An gelir, geri kalan fıtratı ileriye iter, gün gelir adımlarının temposunu yavaşlatır, eğrildiği zaman ona doğrultur, fakat onu kırıp parçalamaz. O, fıtrata karşı bilgili, ileri görüşlü ve belirlenmiş amacından emin bir kişiden beklenebilecek olan sabırlılığı gösterir. Bu aşamada gerçekleşmeyen işler ikinci, üçüncü... onuncu, hatta yüzüncü... bininci aşamada gerçekleşir. Nasıl olsa zaman sürekli, amaç belirgin ve büyük hedefe ulaştıran yol uzundur. Ulu bir ağaç nasıl toprağın derinliklerine kök salarak, bir gün uzun ve sık dallar vererek büyürse, işte İslam'da aynı şekilde ağır ağır, fark edilemez bir tempo ile ve güven içinde büyüyüp boy atar. Sonunda ise her zaman Yüce Allah'ın olmasını dilediği şeyler olur.
Tohum bazen kum yığınları altında kalır, kimi zaman kurtlar tarafından kemirilir, bazen susuzluktan yanar, bazen de su baskınına uğrar. Fakat ileri görüşlü İslam düşüncenin bağlıları, bu tohumun kalıcı ve gelişmeye yetenekli olduğunu, uzun vadede karşılaşacağı bütün afetlere baskın çıkacağını bilir. Bu yüzden sabırsızlanıp kuşkuya kapılmaz, bu tohumu tabiatın soğukkanlı, dengeli, hoşgörülü ve müşfik etkenleri dışında bir yola başvurarak bitirmeye, olgunlaştırmaya kalkışmaz. İşte Yüce Allah'ın bütün evrene yönelik metodu, tutumu budur:
Allah'ın kanunlarında asla bir değişime, bir başkalaşma bulamazsın. (Fatır Suresi 42)
Herkesin nefsinde açgözlülük, kıskançlık, haset, riyakarlık, cimrilik, öfke, nefret, korku, endişe, üzüntü, hayal kırıklıkları, gelecek endişesi vs olumsuz duygular var. Allah, Kur'an'da belirlediği kurallar bütünüyle bir yaşam tarzı oluşturmuş ki buna din deniyor. Din zannedildiği gibi sadece ibadet kuralları değildir. Yaşam tarzıdır. Allah Rum suresinde dini "fıtrat" olarak tanımlıyor.
Rum
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
30. Sen yüzünü doğrudan doğruya bu dine[1*], Allah’ın fıtratına[2*]/varlıklarda geçerli kanununa çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Dosdoğru din budur[3*], ama insanların çoğu bunu bilmez.
[1*] De ki: “Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, İbrahim’in dini dosdoğru yaşama biçimine yöneltti. İbrahim, müşriklerden olmamıştı.” (En'âm 6/161)
[2*] Fıtrat, insanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan yaratılış, gelişim, değişim ilke ve kanunlarıdır. Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi fıtrata göredir (Hac 22/18). Bütün ilimlerde geçerli olan temel kanunlar bunlardır. Allah’ın dini bu kanunlara bire bir uygundur. Çünkü bu dinin sahibi, o kanunları koyan Allah’tır. İslam dinine uyan, fıtrata uymuş, varlıklar âlemiyle tam bir uyum içine girmiş olur. Bu uyumu bozacak oluşumlar, kişiyi, toplumu ve çevreyi de bozar.
[3*] Allah’tan başkasının söz ve hükümleri katılmış din, Allah’ın dini olamaz. Bu yüzden Allah Teâlâ, Kur’an’ın, kendi koyduğu kurallar dışında açıklanmasını en ağır suç, kendini Allah’ın yerine koyma suçu saymıştır. (Hûd 11/1-2)
Yukarıda saydığım duygular fıtratımızda var. Bu din/yaşam tarzı bizi bu duyguların esiri olmaktan kurtarıp, kemale yani olgunluğa ulaştırıyor. Fabrika ayarlarının üstüne çıkmış oluyorsun. Yüce Allah'ın bizi muhatap alıp, böyle bir terbiyeden geçirmesi, insana onur kazandırıyor. Basit sıradan bir insandın ama Allah'ın terbiyesiyle ilahi planda yükselmeye başladın. Bu yola girip değişmeye başladıktan sonra eski hayatın ve senin eski hayatını yaşayanlar gözüne “anlamsız” görünür. Bu değişimi yaşadığında devrimcilik, gözüne “oyun” gibi görünecek. Değişmek istemeyenler, Devrimcilik oyunuyla yaşadıkları bu hayattan sonra ahirette yeniden dirildiklerinde görmezden geldikleri Kur'an'ın söylediklerinin gerçek olduğunu anlayacaklar ama ne fayda? Mehmet Fatih Öktülmüş zamanında “Biz kazanacağız” demiş. Bugün bu sözü hala köşe yazılarında kullananlar var. Bu bile hayal dünyasında yaşadıklarını gösterir. Ahirete inandığımız için aynı şeyi onlar da bizim için söylüyor. Bir ayet bloğuna bakalım; bu ayetlerin gerçek olduğunu anladığın gün, kimin hayal dünyasında yaşadığını da anlayacaksın. Bu arada bu ayetleri cehennemle korkutmak için yazmıyorum. Bu benim tarzım değil. Bu ayetler kafir kimdir, kim kaybedecek bunları anlatıyor.
Kehf
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
100. O gün cehennemi de kâfirlerin önüne uzayıp gidecek şekilde çıkaracağız.
101. Kafirler, gözleri perdeliymiş gibi zikrimden /kitabımdan uzak duran ve onu dinlemeye bile dayanamayan kimselerdir.
102. Ayetleri görmezlikten gelenler (kâfirler), benimle kendi aralarına dostlar (veliler) olarak kullarımı koyacaklarını mı sanıyorlar? Biz cehennemi, o kâfirlerin konak yeri yaptık.
103. De ki "İşleri en büyük zararla kapanacakları size haber vereyim mi?
104. Dünya hayatında güzel iş yaptıklarını sandıkları halde çalışmaları hedefinden şaşanlardır."
105. Onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’nunla karşılaşmayı göz ardı etmekte direnenlerdir. Bu yüzden yaptıkları işler boşa gider. (Mezardan) kalkış gününde onlar için artık tartı kurmayız “
106. İşte böyle. Ayetleri görmezlikte direnmelerine karşılık cezaları cehennemdir. Onlar, âyetlerimi ve elçilerimi hafife almışlardır.
107. İnanıp güvenen ve iyi iş yapanlara gelince, Firdevs cennetleri onların konaklayacakları yer olacaktır.
Allah bu ayetlerde kafirlerin bazı özelliklerini sayıyor; kitabımdan uzak duran ve onu dinlemeye bile dayanamayan ve Rablerinin âyetlerini ve O’nunla karşılaşmayı göz ardı etmekte direnenler kafirmiş. Başka ne yaparmış kafirler, Allah ile aralarına Allah’ın kullarını koyarlarmış. Allah'ı değil, artık araya koydukları o kulları anar dururlar. Abdullah Meral’i Mehmet Fatih Öktülmüş’ü, Haydar Başbağ’ı ve Hasan Telci’yi anmaları, onların izinden gitmek istemeleri bunu gösteriyor. Bir de Allah en büyük zarara uğrayacak insanları tanımlamış; Dünya hayatında güzel iş yaptıklarını sandıkları halde çalışmaları hedefinden şaşanlardır. Bu ayetlerden dolayı Devrimciliğe oyun diyorum. Kendilerinin çok iyi işler yaptığını zannediyorlar ama aslında gerçek; en çok kaybeden insanlar arasında olacaklar. Sebebi ayetleri, elçileri, Allah’ı görmezden gelmeleri. Bu yüzden cehenneme gidecekler. Üstteki ayet pasajındaki son ayete dikkat edersen İnanıp güvenen ve iyi iş yapanlara gelince, Firdevs cennetleri onların konaklayacakları yer olacaktır diyor. Allah ayetlerde her zaman cehennemi anlattıktan sonra cenneti anlatır, tercihi insanlara bırakır. Ben on dokuz yaşında arkadaşlarla buluştuğumuzda solcu nutukları atardım. Bom boş işler. İş bile değil. Gerçek bir amaç istiyorsan üstteki ayetlerin gerçekleşeceğini idrak etmeye çalış. Öyle bir gün gelecek ki o gün Allah, Kitap, Ahiret imanı olmayanlar "Ah! Keşke bu hayatım için önceden bir şeyler yapsaydım!” (89:Fecr 24) diyecek. Nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? "Ateistlerin Görmek İstemedikleri" bölümünün altında “Kur’an Uydurulmuş Olabilir Mi?” sayfasında üzerinde düşüneceğin yeterince malzeme var. Kur’an’ın uydurulmamış bir kitap olduğunu gördüğün an ahirete dair bu haberlere inanman gerekir. Hayat, verilen mücadeleler o zaman anlamlı oluyor. Eğer bir insan toplumun farklı kesimleri için düşüncelerini söyleyebilme, konser verme, yaşayabilme özgürlüğü istiyor diye veyahut da kendi düşüncelerini söylediği için hapse atıldıysa bunun çaresi ölüm orucu değildir. Bunun çaresi iman etmektir. İman ettiğin vakit sahibin Allah olur ve Allah zalimlerden sana yapılan zulmün hesabını sorar. O yüzden Kur’an’ın uydurulmamış bir kitap olduğunu görmek çok önemli. “Yok arkadaş ben Muhammed’in uydurduklarını hayatımın anlamı yapmam. Gün gelecek biz kazanacağız” gibi bir şey dersen “Ah! Keşke bu hayatım için önceden bir şeyler yapsaydım!” (89:Fecr 24) diyeceğin gün gelmeden bir arayışa girersen yine kendini hayata bağlayacak bir şeyler bulursun ama yaşadığın hayat gündüzün bir kısmı kadar zaman geçirmek gibi olur. Bunun ne demek olduğunu yeniden dirildiğinde anlayacaksın.
Şu an da programcılık işleri de boş geliyor çünkü bu günlükte yazmaya başladığım böbreklerimi kurtarma ameliyatlarından sonra bir değişim geçirdim. Bu günlükte asıl yazacağım şey bu. Bu değişimden sonra beni hayata bağlayan şey bu sefer yaşadıklarımı ve gördüklerimi kız kardeşime yazma isteği oldu. Şimdi annem ve senin için endişeleniyorum. Küçüktüm serçelerin yürüyemediğini öğrenince çok üzülmüştüm, büyüdüm ahireti öğrendim şimdi daha çok üzülüyorum. Ahiretin farkında değilsiniz. Allah bana bir idrak verdi ki ahirette neler olacak görüyorum. Bir zamanlar arızalı genlerimden dolayı on altı yaşında bira içmeye başlamıştım şimdi ölüm ötesi hayatı biliyorum.
Henüz yazmadığım böbreklerimi kurtaran ameliyattan sonra içimde de Kur'an'ı okuma isteği başlayınca aldım elime Kur’an’ı, defalarca okudum. Daha sonra bir hal var ki önceden bu da yoktu; cehennemden bahseden ayetlerde içimde inanılmaz bir duygu olmaya başladı, bunu anlatmak çok zor. Bu duygunun hiçbir dilde adının olduğunu sanmıyorum. Birçok duygunun bir arada olduğu bir şey. Müthiş bir iç ezilmesi ve üzüntü, sıkıntı, keder gibi ne kadar duygu varsa, bunları birleştir binle çarp, öyle bir duygu. O duygular bu dünyaya ait değil. Sonradan veriliyor olsa gerek. Bana öyle geliyor ki ahirette kafirler cehennemi gördüklerinde içlerinde bu duygu oluşacak. Bu duyguyla o ateşe girmek zorunda olduklarını idrak edecekler.
Bir öğlenden sonra hiç halim yoktu, yatıyordum. Zaman geçirmek için de mp3 çalardan radyo dinliyordum. Tefsir programlarından birine denk geldim. Hoca Furkan suresinin ayetlerini anlatıyordu. Sıra alttaki ayetlere geldi.
Furkan
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
11. Aslında onlar o saat[*] konusunda yalana sarıldılar. O saat konusunda yalana sarılanlar için alevli bir ateş hazırladık.
[*] Yanlış yolda gidenleri, şiddetli bir şekilde sarsacak olan saat, yeniden diriliş saatidir
12. Ateş onları taa uzaktan gördü mü, onlar ateşin şiddetli kızgınlığını ve harıl harıl yanarken çıkardığı sesi duyacaklar.
13. Derken, birbirlerine kelepçeli olarak oranın oldukça dar bir yerine fırlatıldıklarında.. işte o anda, tam orada yok oluş için yalvaracaklar.
14. [Ama o zaman onlara denecek ki:] “Bugün bir defada yok olup gitmek için değil, defalarca yok olup gitmek için yakarın, bakalım!”
Bu ayetleri dinlerken, 13 ve 14. ayette, bahsettiğim o duygu, çarpı bin defa doldu göğsüme. Ayetteki gibi o duygu gitsin diye yok olmak istiyordum. Benim başımdan çok şey geçti. Hastanelerde çok yattım, ameliyatlar oldum. Çok uzun bir süreçen geçtim. Bazen yüksek üreden dolayı günlerce kustum, bazen yüksek ateşten dolayı gecelerce titredim, bazen gece gündüz kolumda serumlarla yarı baygın yattım. Psikolojim dehlizlerle dolu. Her dehlizde ayrı sıkıntılar var vs vs ama bunları yaşarken hep dik durdum. Bir kere olsun şikayet etmedim, olumsuz hiç bir şey düşünmedim. Ama cehennem ayetlerini okurken sonradan ortaya çıkan o duyguyu duyduğum anda dağıldım. Kimse buna dayanamaz. Yatır beni hastaneye, bütün hastalıklar gelsin geçsin üstümden ama o duyguyu duymayayım. Çok abartılı bir cümle yazdım, buradan anla o duyguyu neyle kıyaslıyorum. O duyguyu duymamak için bir daha Kur'an'ı okumamaya karar vermiştim, düşünebiliyor musun? Allah'ın insanlığa rehber olarak gönderdiği kitabı bir daha okumayacaktım ki bir akşam Kur'an'ı okurken yine cehennem ayetleri geldi, o duygu başladı sonra giderek azaldı ve bitti. Sonraki okumalarımda bir daha duymadım o duyguyu. Muhtemelen Allah geri aldı çünkü bir daha Kur'an okumayacaktım.
Çoğu beş vakit namaz kılan insanlar bile ayetlerin farkında değil dolayısı ile ahiret onlara da pek bir şey ifade etmiyor. Öldükten sonra cehennem var ama o kadar, var diye biliniyor sadece. Herkes hayatına devam ediyor. Bana bunları yazdıran cehennem korkusu değil. İnsanların hallerini görmüş olmam. Nereden nereye geldim. Lisede okuldan kaçıp birahaneye giderdik şimdi cehenneme gidecek tavırları görüyorum. Bu benimle ilgili bir şey değil. Bir insanın kendi kendine ulaşabileceği bir şey de değil. Bu tamamen Allah'tan gelen bir şey olmalı.
Benim gördüğüm nedir peki? Öyle ya atıp tutuyorum görüyorum diye. Benim gördüğüm, İslam karşıtı konuşmalar karşısında içimde, göğsümde bir sıkıntı gibi oturan, adını bilmediğim, üzüntü, keder dolu bir duygu. Sanki cehennemin süresi ve şiddetini ifade ediyor. İnsanların ağzından çıkan kelimeler, onları cehenneme sürüklüyor ve ben bunu görebiliyorum. Daha önce 15 Şubat 2012 - Bir Derdim Var Artık sayfasında da belirttim bu, yakın çevremle sınırlı. Baktığım herkes cehennemlik mi görmüyorum. Aslında görmek, duymak istemiyorum. Kulaklarımı kapatmak, oradan gitmek istiyorum. Alttaki ayeti gözünde canlandırmaya çalışsana;
Şura
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
45. Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ateşe sunulurlarken gizli gizli göz ucuyla bakarlar! İnanan kimseler dediler ki: “Gerçekten hüsrana uğrayanlar; kendilerini ve (kendilerine uyan)ailelerini, kıyamet günü hüsrana uğratanlardır.” Haberiniz olsun; muhakkak ki zalimler sürekli bir azap içindedirler.
46. Allah ile aralarına girip kendilerine yardım edecek bir dostları da olmayacaktır. Allah’ın sapık saydığı kişiye bütün yollar kapanır.
Ayetteki, “ateşe sunulurlarken gizli gizli göz ucuyla bakarlar” kısmını bazı akrabalarımız ve arkadaşlarımda görüyorum, yani ateşi falan değil yüzünün halini. Ben kimseyi cehennemlik ilan etmedim. Bunlar benim elimde olmadan içimde beliren şeyler. “Bir liste ver de kimler bilelim” deme ama şunu söyleyeyim; benden kime bu günlük dışında İslam’la ilgili ayrı bir yazı ulaştıysa bilsin ki yolu iyi değil. Umarım yazılarım kendilerini toparlamaya vesile olur. Şu da bir gerçek ki bu onların kaderi değil, tövbe edip dönebilirler. Benim gördüğüm şeyler onların geçmişleriyle alakalı. Gelecekte ne olacaklarını Allah bilir. Kim bilir belki de yaşlanmayla beraber dine olan eğilimleri artar.
Bu yazdıklarıma inanmayacaklarını bildiğim için kimseye anlatmadım. Hatta en yakın Müslüman arkadaşlarıma bile anlatmadım. Ölümümden sonra yayımlanmasını vasiyet ettim. Ben artık yokum. Beni arayıp “şunu bir daha anlat” deme imkânı yok. Hatta beni hiç düşünme. Düzenin Sahibini görmeye çalış. Şimdi beni değil okuduğun ayetleri düşünme zamanı.
Cumhuriyet tarihi Müslümanlara baskı yapan, yasaklamaya çalışan insanların örneğiyle dolu. Benim akrabalarım da aynı kafada. Mesela bir akşam akrabalar bir araya gelmişiz. Konu dine gelmiş; başlık Hac, bir gidenin bir daha gittiğini, dört beş defa giden olduğunu, bir kere gidildikten sonra gidilmemesi gerektiği, çok bir şey yapılmak isteniyorsa, bir sürü yardıma muhtaç insan var, onlara para harcanması gerektiğini söylediler. Hatta "bana kalsa ikinci kez gideni vururum" diyen oldu. Bütün bunları kızarak bağırarak öfkeyle söylüyorlar. Kimler diye sorma, isimsiz oku, daha iyi. Bir diğeri yine hac için “Ben araplara para yedirmem” dedi. Turistik seyahat sanki. Bu konuşmalar içimde, göğsümde bir sıkıntı gibi oturan, adını bilmediğim, üzüntü, keder dolu bir duyguya sebep oluyor. Ateşe göz ucuyla bakan yüzlerini görüyorum. Halbuki haberleri yok Alak Suresi onları anlatıyor. Allah bir kulun ibadetini engelleyenleri perçeminden tutup cehenneme atacak. Bu ayetleri hızlı okuyup geçme. Mesela peygamberimizin zamanından 28 Şubat zulmüne kadar geniş bir perspektifte düşün çünkü bu ayetler kıyamete kadar bütün zulüm yapanlar için geçerli. Yavaş okursan Allah’ın konuştuğunu fark edersin.
Alak
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
6. Yok, yok… İnsan kesinlikle taşkınlık eder;
7. Kimseye ihtiyacı kalmadığını görürse eğer!
8. Nasıl olsa herkes Rabbinin huzuruna çıkarılacaktır.
9. Engelleyen o kişinin durumunu düşündün mü?
10.Görevini yapmakta olan bir kulu!
11. Hiç düşünmez misin be adam! Engellediğin kişi ya doğru yoldaysa!
12. Ya yanlışlardan korunma tavsiyesinde bulunuyorsa!
13. Baksana! Ya kendisi yalan söylüyor ve doğrulara sırt çeviriyorsa!
14. O adam Allah’ın onu gördüğünü bilmez mi?
15. Yok, yok… Vazgeçmezse tutup çekeriz perçeminden,[*]
[*] “Perçeminden” -bir kimsenin yakalanmasını ve aşağılanmasını gösteren eski bir Arap deyimi (bkz. 11:56 ve ilgili not 80). Ancak Râzî’nin de işaret ettiği gibi, “perçem” terimi burada perçemin bulunduğu yer yani, alın (nâsiye)’den mecazdır (karş. ayrıca Tâcu’l-‘Arûs). (Muhammed Esed Tefsiri)
16. Yalancı ve suçlu perçeminden!
17.Yandaşlarını çağırsın bakalım (çağırabilirse),
18. Biz de zebanileri[*] çağıracağız.
[*] Suçluları cehenneme götüren ve cehennemi yöneten melekler.
19. Yok, yok… Ona boyun eğme, sen Allah’a boyun eğ ve O’na yakın ol!
Kibir sahibi bu insanlar karşısındakini küçük, cahil, yobaz vs, kendisini de bir başkasının ibadetine amir görüyor. “Hacca bir defa gitmek yeter, durmadan oraya para harcayacağına, şimdi fakirleri yedir, giydir, okut” diyorlar. Harcanan paraya kıyamıyorlar aslında. Zaten hacca giden, namaz kılan, oruç tutanlar dediği yerlere yardım yapıyor. Sorsam sen hacca gitmiyorsun peki fakirlere yardım ediyor musun? Onun verdiği cevap Kur’an’da aynen yer alıyor.
Yasin Suresi
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım
47. Onlara: “Allah’ın verdiği rızıktan hayra harcayın.” dense, ayetleri görmezlikte direnenler, inanıp güvenenlere şöyle derler: “Onları biz mi doyuracağız? Gerek görseydi Allah doyururdu. Sizin hepiniz açık bir sapıklık içindesiniz!”
Kendisini bir başkasının ibadetine amir görenler, “Allah isteseydi fakirleri yedirir giydirirdi” diyenler yeniden dirildiğinde her şeyi anlayacak. Allah'a "Bizi dünyaya geri gönder" diye yalvaracaklar. Burada “hacca iki defa gideni vururum” diyenler orada “bizi dünyaya gönder de hac yapanlarla biz de hac yapalım” diyecekler. Bu dünyada bize “sapık” diyenlerin ahirette neyle karşılaşacak alttaki ayetlerden görebilirsin.
Müminun
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.
101. Ve sonra, [kıyamet] sûru üflendiği zaman, o Gün artık ne aralarındaki kan bağları işe yarayacaktır ne de birbirlerine (olup biten hakkında) soru sorabileceklerdir
102. Ve [o Gün, iyi eylem ve davranışları] tartıda ağır gelen kimseler; işte kurtuluşa erişecek olanlar böyleleridir.
103. Kimin iyilikleri tartıda hafif kalırsa, işte kendilerini ziyana sokanlar, cehennemde ebedî kalanlar onlar olacaklardır.
104. Ateş onların suratlarını kavuracak; pişmiş kelle misali sırıtan dişleriyle öylece kalakalacaklar.
105. "Siz değil miydiniz size ayetlerim okunurken onları yalanlayanlar?"
106. (Onlar şöyle) diyecekler: “Ey Rabbimiz! Biz azgınlığımıza yenik düştük ve sapık bir toplum olduk.
107. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar! Bir daha (yaptıklarımıza) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız.”
108. (Allah) diyecek ki: “Sürüm sürüm sürünün orada ve bana cevap yetiştirmeyin.
109. Kullarımın içinde: ‘Rabbimiz! İnanıp güvendik. Bizi bağışla, bize ikram et, sen ikram edenlerin en iyisisin’ diyen bir kesim vardı.
110. Ama siz onları alaya alıyordunuz. Öyle ki onlar, size benim zikrimi / ayetlerimi unutturdu. Onlara gülüp duruyordunuz.
111. Sabırlı davranmalarına[*]/kararlılıkla yollarına devam etmelerine karşılık ben de bugün onları ödüllendirdim. Başaranlar onlar oldu.”
[*] Sabır, bir şeyi yapma veya yapmama konusunda aklın ve dinin gerektirdiği davranışa odaklanmaktır. (Müfredat)
112. (Allah inkârcılara:) “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye soracak.
113. “Orada bir gün kaldık, yahut bir günden daha az; bunu [zamanı] saymasını bilenlere sor...” diye cevap verecekler.
114. (Allah) şöyle buyuracaktır: “Sadece az bir süre kaldınız; keşke (bunu) bilmiş olsaydınız!
115. Sizi boşuna yarattığımızı; huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı hesap etmiştiniz?”
116. Hakimiyet, gerçek anlamda elinde olan Allah pek yücedir. O’ndan başka ilah yoktur. O, değerli yönetim merkezinin (Arş’ın) Sahibidir.
İşte onlar konuştukça, bende bu ayetlerin sıkıntısı oluyor. Çünkü yazıldığı gibi olacak, gördüğüm şey bunların olacağı. 112 ve 113. ayete dikkat et, Allah "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye soracak, cevap olarak "Bir gün, yahut bir günün bir kısmı kadar kaldık" diyecekler. Yeniden dirilince yaşadığın hayatı günün bir vakti, mesela ikindi vakti kadar algılayacaksın. Solcuysan, çocukların evcilik oynaması gibi bir ikindi vakti devrimcilik oyunu oynamış gibi olacaksın. Anlatsam, hem gördüğümü hem bu ayetlerin aynen gerçekleşeceğini, kimi inandırabilirim. Peygamberler inandıramamış ben ne yapabilirim?
Bir yandan bu “idraki” yaşamını, gördüklerimi görmeni çok isterim, hiç değilse yaşadıklarıma canı gönülden inanan biri olur. Diğer yandan bunu hiçbir zaman istememeni tavsiye ederim. Bunun adına ne dersen de, başladığı ilk günden beri "keşke bu dünya olmasaydı, keşke bizi yaratmasaydın" deyip duruyorum. Bu yüzden ateistlerin deistlerin peşinden koşup onlara site yaptım. Cehenneme gidiyorlar farkında değiller. Bunu bilmek bana ağır geliyor ve bu kaldırabildiğim bir şey değil. Hurafelerle geçek İslam’ı ayırabilecek bilgi birikimine sahibim. Bu kadar şeyi bilip de en yakınlarıma dahi anlatamamış olmak beni rahatsız ediyor. Bunu kaldıramıyorum. Gözümün önünde insanlar cehenneme gidiyor. Şuna da dikkat çekmek isterim; bu insanlar hep gözümün önündeydi, düşünce yapılarını hep biliyordum ama beni rahatsız etmiyordu. Ne zaman bu “idrak” başladı, hallerini kaldıramaz oldum. Bütün bu üzüntüleri yaşarken bir de annen kardeşin kalkıyor namazı bırakıyor... Anneme namazı bırakmaması gerektiğini bir türlü anlatamadım. Bu da işin bir başka üzüntüsü. Kimse seni anlamadığı için söylediklerini ciddiye almıyorlar.
Benim bunları yaşamak gibi bir isteğim hiçbir zaman olmadı. Yine söylüyorum böyle bir şeyi isteme. Bu dayanılabilecek bir şey değil. Gerçi istesen de bazı şeyleri elde edemezsin. Ben istememiştim. Allah bunları bana neden yaşatıyor bilmiyorum ama bildiğim şey bu istenecek bir şey değil. Sevdiğin insanların cehenneme gideceğini bilmek akıl sağlığın için iyi değil.
Gördüğüm bir başka şey Allah’ın ne kadar büyük olduğu, lütfu, ihsanı insanların üstünde nasıl tecelli ediyor ve insanın bu durum karşısındaki acizliği. Nasıl şükür edebilir bir insan, Allah kendinden haberdar etti diye kendisini? Ne yaparsa yapsın şükre, teşekküre yetmez. İnsan bütün hayatı boyunca, her an, gönülden, farkında olarak “şükürler olsun” sözü ile yaşasa, Allah’ın huzurunda sorsa Allah “Yetti mi” diye insan mahcup olur, demek ki yetmemiş. Buradaki çaresizliği ancak Allah’ın rızası giderebilir. Razı ise kurtuluşa demektir. Ayrıca bu hale bir cemaat içerisinde ulaşsaydım, bir yerlere gitseydim ya da beni etkileyen, herhangi biri olsaydı insanlar dahil olduğum cemaatten ya da arkadaştan etkilendiğimi hatta beynimin yıkandığını düşünebilirlerdi. Ama yalnızım. Bu bile Allah’ın kendisine yönelen kulunun kalbini açtığına bir delildir.
Kazadan sonraki hayatım buna ulaşan yol olmuş. Allah’ın lütfudur, ben sadece başıma gelenleri yaşadım ve sabredenlerden olmayı istedim. Bu gördüklerimin ne planını yaptım, ne de istedim. Ummadığım, beklemediğim bir şeydi, aşama aşama gerçekleşti. Bir ikindi vakti Biga’da odamda yatarken ilk aşama gerçekleşti. Bunların ne olduğunu sırayla yazacağım.
Orta okulda Iron Maiden dinlerdim. Şarkılarından biri Wasted years'tır. "Boşa giden yıllar." Sanki benim gibi insanları anlatır gibi. Şarkıda geçen sözlerden biri de "Boşa giden yılları arayarak zamanınızı boşa harcamayın." Güzel söz. Önemli olan boşa giden yılları fark edebilmek. Hayatın anlamını kavrayabilmek. Geç değil, kaç yaşında olursan ol, hayatın anlamını kavrayabilirsin. Bakacağın tek yer Kur'an-ı Kerim. Herkesin kaybettiği yılları vardır. Kaybedilmiş yıllara gelsin, nostalji olsun, wasted years'ı dinleyelim. Türkçe alt yazı ekledim.
"Unutma baharda çiçek olan meyvedir yaza." Yılmaz Erdoğan'ın bir şiirindeki bu dize üzerinden düşünsene biraz; gerçekten muhteşem değil mi baharda açan çiçeğin yaza meyve olması?
Gökten su indiren Allah'tır. O, her türlü bitkiyi onunla çıkarır. Ondan yeşilliği çıkarır, ondan da üst üste binmiş taneleri, hurmanın tomurcuğundan aşağı sarkmış salkımları, üzüm bağlarını, zeytini ve narı birbirine benzeyen ve benzemeyen halde çıkarır. Meyve verince meyvesine ve meyvenin olgunlaşmasına bir bakın. Bunda, inanıp güvenen bir topluluk için kesin belgeler (ayetler) vardır. (Enam 99)