18 Haziran 2012 - İstanbul
Üst üste iki sene koşarak İstanbul'a gelişimizin ilki nasıl başlamıştı, olaylar nasıldı hafızamdan neler çıkacak bakalım.
2010 yazı olması gerek. Normal bir yaz başlangıcıydı. Temmuzda on beş yirmi günlük aşırı sıcak bir dönem olmuştu. Gündüz evin dışında verandada durmak mümkün değildi. Açtık klimayı içeride oturduk. Haziranın sonu ve Temmuzun ortaları gibi bir periyotta üç dört kere Biga'da ki hastaneye gitmiştik. İlk gidişimiz, idrarım bulanık olduğu için enfeksiyondan şüphelendiğimiz içindi. Ürolog sağ olsun çok ilgilendi. Kan ve idrar testi yapıldı. “İdrar başka yere gönderilecek biraz uzun sürebilir” dedi. Sorun yok, tek endişem sonuç gelene kadar ateşim çok yükselirse ne yaparım. Gerçekten uzun sürdü, ateşim de yükselmedi. Sonuç geldi bir hafta sonra, çok uzun bir süre ama temiz, bir şey yok.
İkinci gidişimiz kanamadan dolayı idi. Tak yaparken (idrar alırken) nereden olduğu belli olmayan bir kanama olmuştu. Kanama dediysem idrar torbasında hafif kırmızılık var ama durmuyor. Bir gece hastaneye baş ağrısı ve bu kanamanın verdiği endişe ile gittik. Tansiyonum yüksek. Baş ağrım ondan. Vücudum o kadar zayıf ki, zaten az yiyorum, böyle zamanlarda daha da az yiyordum çünkü içim almıyor. Dolayısı ile vücudumun enerjisi yok, güçsüz. Oturunca tansiyonum düzelmiyor. Sıcağın etkisiyle de yiyemiyorum, böyle bir kısır döngü. Neyse yattım sedyeye. Acil doktoru geldi. Çok iyi bir doktordu. İstanbul’dan gelmiş. Torbadaki kanı gördü “hiç endişe etmeyin, bunun on katı da olsa sorun olmaz” dedi. Bazı doktorlar hemen ilk dakikada güven verirler. Bu da onlardandı. Tansiyonum için tansiyon düşürücü verdi. Bir süre sonra tansiyonum düştü, başımın ağrısı geçti hatta sordum doktora “ne bunun adı ya alalım evde bulunsun, başım ağrıyınca içerim” dedim, doktorlar güldüler. Fakat daha sonra tansiyonum çok düştü. Normalde düşük tansiyonlu olduğum için ve o gün muhtemel çok az su içmişimdir, hemen yarım litre serum taktılar, kendime geldim. Tabi yine kan ve idrar tahlili yaptılar, hatırladığım temiz çıkmıştı.
Bundan sonra idrar yolları enfeksiyon başlamış olması lazım. Sıcakların etkisi ile çok az yiyip içince, malum az su içmek az idrar çıkışına neden oluyor. Bu da enfeksiyona zemin hazırlıyor. O günü hatırlıyorum, salonda yatıyordum. Sabah çok az bir kahvaltı yapmışım. Öğlenden sonra üç oldu ben hiçbir şey yemeden içmeden hala yatıyordum. Bu halim fotoğraf gibi aklımda. Yiyemiyorum çünkü nabzım benim normal nabzıma göre çok yüksekti. Normalde elli elli beş civarı atan nabzım böyle durumlarda yüz civarında atıyor. İki katı, beni çok yoruyordu. Tekrar hastaneye gittik. Kan ve idrar tahlili yapıldı. Bu sefer idrar yolları enfeksiyonu var. Üroloğa kanamadan da bahsettik. Bir şeyler tarif etti hatta kanamaya sebep olmadan nasıl idrar alınması gerektiğini gösterdi. Sonuçta aldık antibiyotiği geldik eve ve böbreklerim ilk sinyali vermeye başladı ama bizim bu sinyalin böbrekten olduğundan haberimiz yok. Tablo aynı, ateşim var, ateş düşürücü antibiyotik ve çok yükselirse ıslak bez.
O yaz hayatımda ilk defa göğsümün ortasında müthiş bir sıkıntı ve tarif edilmez acayip bir hal başlamıştı. Halsizim. Salonda yatıyorum. Keyifsiz değilim ama yemek yiyecek gücüm ve iştahım yok. Annem yattığım yerde bir şeyler yedirmeye çalışıyor. Bir şey diyeyim; bir tek anneler bırakmaz benim gibi insanları. Zor çünkü. Bazen olaylar karşısında ne yapacağını bilemezsin. Elinden hiçbir şey gelmez. Öyle beklersin. Neyse o gün kahvaltıda yumurta, öğlende dondurma falan yemiştim. Akşamüstü oldu vücudumda bir hal başladı. Anlatması mümkün değil. Şimdi anlatacaklarımı yaşamadan anlayamazsın. Normal şeyler değildi. Daha önce görmediğim bilmediğim şeylerdi. Biraz elektrik çarpması biraz huzursuz bacak sendromu gibi. Şeklimi değiştirmezsem öleceğim sanki. Dayanılır gibi değil. Normalde hasta olduğumda, içinde bulunduğum durumun sıkıntısını söylerim. Mesela yüksek ateş çok sıkıntı yapar. Yanımda kim varsa bundan bahsederim ama bu hiçbir zaman sabırsızlık veya şikayet gibi olmamıştır. Bu sefer dayanamıyorum. Anneme sürekli "beni çevir" dedim. Yan dönüyorum, on beş dakika yatıyorum, değişen hiçbir şey olmuyor, tekrar "anne beni düzelt" diyorum. On beş dakika kadar yatıp tekrar bu sefer öbür tarafa dönüyorum. Beklediğim dönünce bacaklarım karnıma doğru çekildiği için gerilip biraz rahatlaması ama olmuyor. Bir müddet sonra artık dilime vurdu “Anne bir şey yap dayanamıyorum” demeye başladım. Ben kendimi güçlü sabırlı bilirdim ama nasıl bir şeyse dilime vurdu dayanamadığımı söylemeye başladım.
Aynı akşam bu haldeyken bir başka durum daha çıktı. Uykuya dalar gibi oluyorum ama aniden uyanıyorum. Zıplıyorum resmen. Mesela annemden su istiyorum. Annem mutfağın orada beş adım uzakta, annem oradan yürümeye başladığında uykuya dalıyorum, geldiğini fark etmiyorum. Aniden uyanıp annemi karşımda görünce “sen ne zaman geldin” diyorum. Anlayamıyorum arada ne olduğunu. Ben bu halde iken artık gece oldu. Oda hafif karanlık, dalıp uyandığımda bu sefer ara sıra tuhaf şekiller görmeye başladım. Bazıları insan gölgesi gibi şekillere benziyordu. Bir tanesi başörtülü bir kadına bir diğeri kıvırcık permalı bir kadına benzetmiştim. Ürkütücü bir durumdu birden gözünün önünde bir karartı, korkuyor insan.
O geceki hal ertesi gün gece yarısına kadar biraz hafifleyerek devam etti ve ben ertesi gece saat on bir falandı biraz daldım. Kısa bir süre uyumuşum telefon çaldı uyandım. Semih aramış, geç saatte konuşma alışkanlığımız vardı. Ama ben o anda adeta iki günlük azabın sonundayım.
Bu adını koyamadığım hal ve sıkıntı birbirini takip etti. İkisinin geçişinin nasıl olduğunu tam hatırlayamasam da hemen peşine sıkıntılar başlamış olmalı. Bu halin sonunda, sıkıntılar henüz başlamadan bir geceyi rahat geçirdim. Sabah uyandım, vücudumu saran, beni sürekli sağa sola döndüren o acayip hal geçmiş. Babamı çağırdım, yan çevirdi, kahvaltımı getirdi. Açtım mp3 çalardan radyoyu, kulaklığımı taktım, dinlemeye başladım.
Sabah yedi civarı kahvaltı ederken radyolarda sohbet, hadis, Kur'an veya dini bir kitabın okuması olur, bunları dinlemeyi çok severim ama hurafelerle gerçekleri ayırabilmek lazım. O zamanlar bir radyoda her gün imam Nevevi’nin Riyazüs Salihin kitabının okuması var, onu dinlemeyi seviyorum. İmam Nevevi ayetleri ve peygamberimizin hadislerini derlemiş. Program yirmi dakika kadar sürüyor. Hatta daha sonra dinlerim diye kayıt da ediyorum. Ben radyo dinlerken her şeyi kaydederim. Böyle bir alışkanlığım var. Kahvaltıya başlamadan radyoyu açtığımda Riyazüs Salihin başlamıştı. Kısa kısa birkaç hadis ve anlamlarını okudu, yeni bir hadise geçti. Hadis, bir müslümanın başına gelen hastalık, sıkıntı, keder, üzüntü vb şeylerin, onun günahlarına kefaret olacağına dair. Ben bunu duydum ve bu yaz yaşadıklarım özellikle iki gündür yaşadığım bu durumu gözümün önünden geçti. Çok şaşırdım. Sanki şu yaşadığım sıkıntılara ve bundan sonraki yaşayacaklarıma bir cevaptı. Okunan hadis ve açıklaması dinleteceğim, altına metini de yazacağım.
Video açılmazsa alttaki linke tıkla.
Sıkıntıların günahlara kefaret olması
Sıkıntıların günahlara kefaret olması
Ebû Saîd ve Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve gamdan, ayağına batan dikene varıncaya kadar müslümanın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatalarını bağışlamaya vesile kılar.” (Buhârî, Merdâ1, 3; Müslim, Birr 49)
Açıklamalar
Hadisimiz, geçici olsun sürekli olsun, fizikî olsun rûhî olsun, geleceğe yönelik olsun, geçmişe ait olsun, gam-keder, yorgunluk-hastalık gibi müslümanı üzen, zorlayan her çeşit sıkıntı sebebinin, hatta ayağa batan bir dikenin bile, müslümanın hatalarına kefâret olacağını bildirmektedir. Bu da başa gelen her belânın, mutlaka cezâ anlamı taşımadığını göstermektedir. Önemli olan, başa gelene sabredebilmektir. Sıkıntılarının, günahlarına kefâret olduğunu bilen müslümanın dayanma gücü artacak, morali düzelecektir. Hadîs-i şerîfin, sabırla ilgili olarak burada zikredilmesinin asıl amacı da bu olmalıdır.
Hadîs-i şerîf, hastalıkların ve müslümanı üzen her şeyin müslümanı günahlarından temizlediğine delildir.
İnsan, hem ezâ çekmek hem de onun sevâbından mahrum kalmak gibi iki zarara katlanmamalı, başa gelene sabretmelidir. Unutulmamalıdır ki, “Asıl belâya uğrayan, sevaptan mahrum kalandır.”
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Belâ ve musibetler her zaman cezâ değildir. Bazan da rahmettir.
2. Sabreden mümin için sıkıntıları, günahlarına kefâret olur. Bu da bir nimettir.
Bu öyle bir şey ki bunu anlatamam. Duyduğum şeyin yaşadıklarıma cevap olduğunu anlamıştım. "Nereden biliyorsun sana öyle gelmiş" diyebilirsin. Bunu izah edemem ama ne anladığımı biliyorum. Daha önce radyo dinlediğim süre içinde sabır sıkıntılarla ilgili böyle hadislere denk gelmemiştim. İmtihan ayetlerini biliyordum ama hastalık, sıkıntı, sabırla ilgili hadislerden haberim yoktu. O yüzden şaşırdım. Bu hadislerden haberim olsaydı belki kendimi teselli edebilirdim. Ben yaşadığım olaylara radyodaki programlardan, dinlediğim hocaların derslerinden cevaplar buldum. İki gün çok sıkıntı çektikten sonra sabah radyoda bu hadise denk gelmem tesadüf mü? Asıl soru bu. Yoksa sıkıntıları ve hadisi denk getiren Allah mı? Bunları inşaallah bir gün sen de yaşarsın. Ne olduklarını o zaman daha iyi anlayacağını düşünüyorum.
İmam Nevevi’nin kitabındaki bir sonraki hadisi de yazacağım. O da şöyle;
Abdullah İbni Mes’ûd şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı.
- Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz, dedim.
- “Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ızdırab çekmekteyim” buyurdu.
- (Herhalde) bu iki kat sevap kazanmanız içindir, dedim.
- “Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür” buyurdu. (Buhârî, Merdâ 3, 13, 16; Müslim, Birr 45)
Başımıza gelen sıkıntılar aslında bizim iyiliğimiz için. Ya yaptığımız kötülüklere kefarettir ya da Allah sıkıntı ve belalarla terbiye ediyordur. İnsan bu terbiyenin sonunda başka biri oluyor.
Sonraki günlerde acayip şeyler olmaya devam etti. Nasıl bir şey hala anlamış değilim. Verandadayım kapıdan geçip dışarı çıkacağım. Klimanın bidonunu yolun ortasında gördüm. Babama 'kenara çeksene' dedim, babam "zaten kenarda" dedi. Tekrar baktım gerçekten kenardaydı. Nasıl ortada gördüğümü anlayamadım. Bir başka olay, telefonların ikisi de önümde, ev ve cep telefonu. Telefon çaldı, ben cep çalıyor diye açtım cebi alo dedim. Çalmaya devam edince "tuşa tam basamadım herhalde" dedim, tekrar açma tuşuna bastım, hala çalıyor. Neden açılmadığını anlayamıyorum. Ben açma tuşuna basıyorum ama telefon açılmıyor sürekli çalıyor. Sonradan fark ettim ki ev telefonu çalıyormuş. İki günlük sıkıntıdan sonra böyle tuhaflıklar yaşadım. Kendine hata yapmayacağın konusunda çok güvenme. Bir gün benim gibi çalmayan telefonu açmaya çalışabilirsin.
Yukarıda daha önce bilmediğim bir sıkıntının başladığından bahsettim. Bu öyle can sıkıntısı falan değil. Göğsümün tam ortasında müthiş bir sıkıntı. Dayanılacak gibi değil. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Durmuyor da, bazen azalsa da neredeyse bütün gün devam ediyor. Başladığında yatıyorsam yatakta durmak mümkün değil. Hemen kalkmam lazım. Biliyorsun Biga'da yazlığın bulunduğu bölge çok rüzgarlı. Birkaç geceyi evin önünde rüzgarda durarak geçirdim. Sen bunları görmedin. Artık gece ikide mi yoksa üçte mi başlarsa hemen kalkmam, rüzgara çıkmam lazım. Soğuğun iyi geldiğini fark etmiştim. Soğuk su içmek, rüzgarda ya da klimanın karşısında durmak istiyordum.
Bu sıkıntı bir süre sonra her gece olmaya başladı. Saati de belli değil. İki, üç, sabaha karşı dört, beş fark etmiyor. Geldiği an annemi babamı çağırıyorum. Akülü sandalyeme alıyorlar beni. Doğru evin önüne rüzgara çıkıyordum. Gecenin bir vakti belki sabaha karşı evin önünde üzerimde sadece bir tişört, rüzgarda durup düşünmeye başladım. Aslında ben düşünmüyordum, aklıma geliyorlardı. Yaptığım kötü şeyler, günahlarım yani. Bilinçsiz, Allah’ın farkında olmadan geçirdiğim zamanlar... Mesela Ersin’le yakın oturduğumuz için lisede okula beraber gider gelirdik. O oruç tutardı ben tutmazdım. Kötü şeyler de yaptım, hem de az değil. Bunları anlatacak değilim ama gerçekten kötü şeyler yaptım. O sıkıntı anında rüzgarda bunların farkına varmaya başladım. Bu bilinci veren kim? Yapabileceklerimin treni kaçmış. Şimdi istesem de oruç tutamam. Bir sürü ilaç içiyorum, midem, şekerim oruç tutmaya dayanamaz. Yaptığım kötü şeyleri de telafi edemem ama pişmanlık başlamıştı. Kısaca tövbe hali oluşmuştu.
Gece bazen birde bazen üçte evin önünde, yolun ortasında akülü sandalyemde oturuyorum. Hatta ileri geri tur atıyorum. Sabit durmak da iyi gelmiyor. Rüzgar üstümden geçiyor gidiyor. Gökyüzüne bakıyorum. Hava açık, yıldızlar var. Küçük Ayı ve Büyük Ayı seçiliyor. Yıldızların altında rüzgarda tek başıma duruyorum. Herkes uykusunda. Düşünüyorum. Ne kadar çok kötü şey yapmışım, aklıma geliyorlar. Hepsi için teker teker özür diliyorum. Yapmadıklarım da çok. Hepsi için af diliyorum. Gece herkes uykusunda, ben yolun ortasında bir başıma rüzgardayım, af diliyorum.
Bu pişmanlıklar içinde evin önünde rüzgarda ya da evin içinde klima karşısında kaç gün geçirdim bilmiyorum ama uzundu. Bir zaman sonra bu sıkıntıya mide bulantısı eklendi. Bir sabah uyandım midem bulanıyor ve aşırı bir yanma var. Bir şey yemek içmek mümkün değil. Öyle yatıyorum yatağımda. Geçmeyeceği belli olunca yine hastanesine gittik. Kan ve idrar tahlili yapıldı hemen. Kanımda üre çok yükselmiş 150 civarıydı ve bir de sürpriz kan değeri yani hemoglobin aşırı düşmüş 12 den 7’ye. Mecbur yattık hastaneye. Mide bulantısı, geçmeyen sıkıntım, aşırı mide yanması, yatıyorum şimdi hastanede. Üreyi düşürmek için serum bağladılar. Ne kadar çok sıvı alır çıkartırsam kandaki üre o kadar çabuk temizlenecek. Midem çok kötü olduğu için su içemiyorum mecbur serumla halledilecek. Üç gün yattık. Annem yanımda koltukta yarı oturur bir şekilde geçirdi geceleri gündüzleri. Serumun biri bitiyor biri takılıyor. Gece gündüz geçecek gibi değil aslında. Sıkıntım var ama rüzgara çıkamıyorum. Doktora sıkıntımdan bahsettim, ağır bir antidepresan var ondan iğne yaptılar. O sıkıntımı giderdi ve kısmen uyumama yardım etti. Şimdi mide bulantısı ve yanması var. Sürekli miden bulanıyor, periyodik olarak belki saatte iki defa kusmaya çalıştığım olurdu. Öğür öğür ama midemde bir şey yok ki çıksın. Öğürdükten sonra bulantı azalıyor ve sadece o zaman biraz ekmek ve meyve suyu gibi bir şeyler yiyebilmiştim. Sonra bulantı devam ediyordu. Bütün gece böyle geçti.
Bu üç gün boyunca annem başımdaydı, gece ve gündüz. O da uyumadı. Ben antidepresanın etkisi ile ara ara uyuyunca annem de ancak o zaman uyudu. Anne olmak zor bir şey. Çocuğun üç gün boyunca bulantı, kusma, sıkıntı halinde ve lokma lokma yemek yerken, insan nasıl uyur? Hastanelerde kaldığımız müddetçe annem sürekli çay içti hem de bir şeker atarak. Normalde şekersiz içer ama hastanede şekerli. Neden şekerli içtiğini sorunca "enerji versin diye" dedi. Babam da mutlaka üzülmüştür, hakkında çok şey yazamıyorum. Babam akşamları eve gidip sabah gelmişti. Odada yatacak yer yoktu. Doktorlarla o konuştu. Lazım olan şeyleri aldı, getirdi, götürdü. Baba olmak da kolay değil.
Üre biraz düştükten sonra mide yanması azaldı biraz uyumaya da başladım. Bu arada ürologla dahiliyeci kanımın neden bu kadar düşmüş olabileceğini konuşmuşlar. Mide kanamasından şüphelendiler. Malum midem delinecekmiş gibiydi. Bunu anlamak için büyük abdestine bakmak lazım dediler. Siyahlaşmış bir durum söz konusu ise mide kanaması diyecekler ama öyle bir ize rastlayamadık. Ondan sonra akıllarına kan kanseri geldi. "Kemik iliği kan hücrelerini üretemiyor olabilir" dediler. Hemoglobinin iki ayda bu kadar hızlı düşmesi akıllarına başka bir şey getirmiyor. Bize hiç vakit kaybetmeden İstanbul'a Hematoloji bölümüne gidin dediler. Bu arada bir de tomografi çekildi. O zaman böbreklerimdeki üçüncü derece şişme görüldü. Ürolog ilk gittiğimizde genel olarak "şu anki durum çok sağlıklı değil" diye mesane ameliyatlarından bahsetmişti. Tomografide böbreklerimin bu hali çıkınca bu durumu tekrar söyledi. Nedense biz böbreklerimdeki şişmeyi hiç ciddiye almadık hatta daha sonra unuttuk çünkü ciddi olduğunu söylemediler. Burası aslında kilit noktasıydı. O ürolog uzmandı ama benim durumumdaki birinin hastalığının tecrübesi yoktu. İnsanlar bu yüzden hocalara gidiyorlar, tecrübeleri ve bilgileri çok diye. Onlar bilemedi ama ben bunları yaşaya yaşaya neyin ne olduğunu öğrendim. Mide yanması ve bulantısının nedeni ürenin çok yüksek olması, hemoglobinin o kadar çok düşmesinin sebebi böbrek yetmezliği başlıyor olması, sıkıntı da enfeksiyon nedeniyle verilen antibiyotiklerin üçüncü derece şişmiş böbreklere ağır gelmesi nedeniyleydi. Yaşadığım bütün sıkıntılar, iki gün geçmeyen acayip hal, gece gözümde beliren şekiller filan böbreklerim aşırı şiştiği için vücudumun tepki vermesinden kaynaklanıyordu. Biga'daki doktorların tecrübesi olsaydı bizi hematolojiye değil İstanbul'da ürolojiye gönderirdi ve ben bir sene önce kurtulabilirdim. Aslında kurtulamayabilirdim de. Ertesi sene diyalizin eşiğinden döndüm, son noktadan. Ben mi döndüm acaba, çeviren kim?
Üre düşünce çıktık hastaneden İstanbul'a hazırlık yapıyoruz. Bir akşam yemeğe misafir gelecek, onları bekliyoruz. O kadar yoruldum ki, hayatımda ilkleri yaşadığım o yaz bir de bu yorgunluğu öğrendim. Oturmak mümkün değil. Kısa süreli oturabiliyorum hatta yattığım yerde bile çok yorgunum. Bu yorgunluğun yanında bir de üşüme var. Yorgunluğun nedeni böbrekler yetmezliği başlıyor, üşümemse kanımın yediye düşmesinden. Tarif edilemeyecek bir şey. Televizyonda bir sebeple böbrek hastalarını görürsen yorgun bitkin görünmelerinin sebebi böbreklerin görevini yapamayacak halde olmasından.
Unutmadan şunu da söylemem lazım. Üstte yazdığım tabloyu yaşamadan kısa bir zaman önce, evde bir tartışma yaşandı. Uzun yıllardır içinde bulunduğum durumdan dolayı herkesin bildiği yemek yiyememe sorum var. Bu enfeksiyon zamanı hepten yiyemez olunca daha da zayıflıyorum ve annem bu duruma –üzüntüsünden- sanki yemek için kendimi zorlamıyormuşum gibi yaklaştığı zamanlar oluyor. Yemezsen oturamazsın, tansiyonun düzelmez gibi. Elinden gelen bir şey yok onun için böyle konuşuyor çünkü hiç birimiz böbrek fonksiyonlarının bozulduğunun ve bu hal nedeniyle yiyemediğimin farkında değiliz. Yine böyle bir konuşma başladı babam, annem hatta sen de varsın. Annem haklı ve endişeli, "bir şeyler yemen lazım, gayret göstermen lazım, böyle devam edemezsin" dedi ama yiyememenin sebebini kimse anlayamıyor. Annem konuşurken babam lafa karıştı ama ben kendimi anlatamıyorum. Kimse beni anlamıyor. Keyfimden yemediğimi, biraz zorlasam yiyebileceğimi düşünüyorlar. Babam da lafa karışınca sinirlendim çünkü babamla doğduğum günden beri hiçbir konuda aynı fikirde olmadım. Mantığı bana çok uzak. Aslında herkese uzak. Böyle zamanlarda babamın fikirlerini duymak sinirlendiriyor beni. O akşam da bu yüzden kızdım “bir daha yemek konusu açanın kalbini kırarım” dedim. Akşam namazı vaktiydi odama gittim. Namazdan önce “beni hastaneye yatırma” diye çok dua ettim. Az önce anneme babama posta koymuşum, yatarsam hastaneye, laf dinlemediğim için yatmış gibi olacağım. O yüzden “beni hastaneye yatırma” diye çok dua ettim. Birkaç gün sonra hastaneye yattım az önce anlattıklarımı yaşadım. İstersen "o" kadar hastaneye yatırma diye dua ettim" diye isyan et.
İstanbul'a gelirken yolda da çok bitkindim hatta eve girdiğimizde hemen yattım. Yattığım yerde bile bitkinlik hali geçmemişti. İnsan yatınca dinleneceğini zannediyor ama olmuyor, geçmiyor yorgunluk. Babam, daha önce eniştem lösemi olduğunda gittikleri doktordan randevu aldı. Adını yazmayayım ünlü biridir. Özel hastanede bakacak çünkü İstanbul Üniversitesinde yer yok. Burada hemşire kan alırken resmen damarlarımda kan yoktu. Normalde hafif bir hareketle kan enjektöre dolar çünkü enjektörler vakumludur. Kanı çeker, kolaydır yani ama bu sefer hemşire enjektörü kuvvetlice çekmesine rağmen kan gelmiyordu. Zar zor bir tüp kan aldılar. Nasıl bir halde olduğumu buradan tahmin edebilirsin belki. Doktor kan kanseri araştırması yaptığı için bütün kan testlerini yapmış ama sonuç sıfır. Nasıl bir sonuç çıksın, sorun böbreklerim. Daha sonra anlattı yaptıklarını, “Bir de kemik iliği testi var dedi ama o çok agresif bir tavır olur, bekleyip takip edeceğiz şimdi, nasıl düştüyse öyle yükselecektir” dedi.
Burası da ikinci kırılma noktası oldu. Daha sonradan böbreklerim kurtaran ameliyatı yapan Prof Bülent Çetinel'e 'filan hocaya gittik, kan kanseri aradı' deyince, “senin şu omurilik felçli halini, idrar sondasını, kansızlığını gördü de aklına böbreklerin gelmedi mi” diye sordu. “Akla gelecek ilk şey böbrek yetmezliğidir” dedi. Daha sonra üreyi düşürmek için böbreklerime tüp takarken yanındaki doktora bu konuyu tekrar açtı. Yine "filan profesör kansızlığı görünce kan kanseri aramış" dedi, arkadaşı "kim de, bu arkadaş da mı" dedi. Kan kanseri arama lafına verilen tepkilerden anladığım kadarıyla ünlü doktor çok absürt yaklaşmış olaya. İnsan ne yaparsa yapsın, en ünlü doktorları da bulsa, en iyi yerlere de gitse, bazen yaşanacakların önüne geçemiyor. Herkesin hayatında inişler çıkışlar oluyor. Kimine göre kader, kimine göre imtihan, kimine göre tesadüf, rastlantı, talihsizlik. Tesadüf, şansızlık diyenlerin gözlerinde perde var. Hepimiz bakıyoruz ama göremediklerimiz daha fazla. Neyse kan kanseri arayan ünlü hoca “ayda bir kan tahlili yapın takip edelim, sonuçları bana da gönderin” dedi, gönderdi bizi. Üç ay boyunca kan tahlili yaptık. Kan değeri ayda bir puan yükseldi on, on bir civarı durdu. Normali sınır on üç. Bundan sonrası ertesi seneye kadar kansızlığa bağlı üşüme, böbreklere bağlı halsizlik ile geçti.
Kalbimde maziden bugün izler var
Her siyah saatım bu izle erir
Ruhumu geçmişin hicranı sarar
Doğanlar ölür ölen dirilir
Nazım Hikmet