17 Ağustos 2006
Bu gün bir şey hatırlatıyor mu sana? Bana hatırlatıyor, mesela İnci ablamın doğum günü. Başka, bu tarihte çok şeyler olmuştur herhalde ama başrolde benim oynadığım bir olay var ya ondan bahsedeyim biraz, belki bilmediğin şeyler vardır. Nereden başlasam acaba?
Teoman, o yaz her yerde Teoman çalıyordu. “Na na na na na na na. Her zaman kaybettik seninle ben.”
Bir yaz gecesi çok üşümüştüm hem de ateşin karşısındaydık.
Sekiz sene öceydi, 1998 yazı. Sitede kimlerle arkadaştım herkesi hatırlamıyorum ama kuzenim Tolga çalışmaya başlamıştı geç gelmişti o yaz. Emre, Selçuk, Cem, Deniz senin arkadaşın Özgür’ ün ablası, Emre’nin arkadaşı Ayşe, Ayşe’nin arkadaşları ve tanıdığım tanımadığım bir sürü insan bir de bir öğretmen vardı. Daha doğrusu ilköğretim müfettişi. Adını hatırlayamadığım bu abi ile nasıl tanıştığımı anlatayım önce.
Bu abi ile bir sene önce tanıştık 97’de yani. O zamanlar Esinti Kafe var ve biz her gece oradayız. Ali diye bir çocuk işletiyor kafeyi. Tolga’yla bana “escobar” diyor. Bir kaç gece bir abi gelmeye başladı kafeye. Kimse tanımıyor, geliyor birkaç bira içip gidiyor. Ben adamın tipinden hiçbir şeye benzetemedim hatta sitedeki inşaatlarda çalışan biri diye düşünmüştüm. Ali gitti adamla tanıştı. Davet ettik adamı bizim masaya. Biz de bira içiyoruz o da, başladık sohbete. Adam Bigalı olduğunu söyledi ama doğu şivesi var. Konuşkan, güzel espriler yapıyor hatta karikatür dergilerinden bahsediyor. 'Ula bu ne biçim adam' dedik doğu şiveli, Bigalı, karikatür dergileri okuyor, kafa dengi. Dedik 'abi sen necisin.' Dedi adam 'ilköğretim müfettişiyim.' Çok şaşırmıştım. Bigalıymış ama yıllardan beri doğuda çalıştığı için oranın şivesini kapmış.
Ben o yaz Emre ve Selçuk'la çok samimi olmuştum. Çoğu zaman Tolga’yla, Cemlerin evinde, kafede, bu abiyle, sahilde gece gündüz vakit geçiriyoruz. Sekiz seneden sonra toparlamak zor oluyor ama bir deneyelim.
Bahsettiğim bu kalabalığın içinde bir de Deniz var Özgür’ün ablası. Deniz olaylar zincirinin ilk halkası. Deniz’le nerede ve ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum ama tanışmışız bir şekilde. Ben o yaz perişan, ölüyorum sanki, Deniz’e hissettiklerimin tarifi yok. Gün içinde veya gece görüşmek, konuşmak istiyorum. O zamanlar gün öğlen başlayıp ertesi sabah bittiği için çok uzun geliyor görememek. Sürekli bir çaba içindeyim. Görmediğim zaman içimde acayip bir sıkıntı, görünce geçiyor. Karşılıksız olmadığını biliyorum. Nereden, onunda bakışlarından, konuşmalarından. Bir gece kafede içmişiz, kafam güzel, arkadaşlar sahile gidelim dedi ve yavaş yavaş gitmeye başladılar. Ben müfettiş abiyle sonradan gittim. Abi aldı bir kasaya yakın bira. Vardık, bir kalabalık var, ateş yakmışlar etrafına toplanmışlar. Herkes orada mı bilmiyorum karanlık çünkü, ateş kimi aydınlatıyorsa o kadar kişiyi görüyorum. Cem’ i gördüm oturdum yanına. Açtım bir bira, cıssst. Bir yudum alırken Cem’in arkasından bana bakan bir çift göz gördüm, insanı delip geçen. Elimdeki birayı düşürecektim neredeyse. Bakarak öldürdü beni. Reamonn’un bir şarkısı var bilmem bilir misin “tonight” orada bir cümle var “you killed me with your smile, so beautiful and wild” (beni gülüşünle öldürdün, çok güzel ve vahşi) der, o hesap. O gece çok soğuktu. Ateşin etrafında olmamıza rağmen o yaz gecesi ben çok üşümüştüm.
Bütün bu olanlar birkaç gün içinde oluyor, belki bir hafta belki daha az. Genelde nelerden konuştuğumuzu pek hatırlamasam da bir gün laf arasında sinirli olmaktan konu açıldı. Bana “sinirli misindir” diye sordu. Ben de nedenini bilmiyorum “evet hem de çooook” dedim ama değilim. Belki şaka diye mi dedim niye öyle dedim bilmiyorum. Umarım bu cümle kazadan sonra teselli olmuştur "zaten çok sinirliymiş."
O yaz İnci ablamın Adana’da düğünü var. Annemler hazırlık falan yapmak için birkaç gün önce gitmek istediler. Ben dedim “kuzenim Tolgay’la döneyim.” Annemler galiba Cuma günü dönüyor, biz Tolga’yla Çarşamba günü döneceğiz (uzun zaman oldu günleri şaşırabilirim ama artı eksi bir şaşar). Tolga geç geldiği için biraz daha kalacak ben de onunla döneceğim. Annem yalnız kalmamı istemiyor, 'sen de gel bizimle' diyor. Ben diyorum “Tolgayla döneyim ne olacak birkaç gün sonra otobüsle geliriz.” Annem döneyim diye o kadar ısrar ediyor ki inanamazsın. Hatta evde yiyecek içecek hiçbir şey bırakmadı ki “ne yapacağım ben burada” diyeyim de annemlerle döneyim diye. 'Kalma' diyor başka bir şey demiyor. Annemle aramda şimdiki bağ olsaydı ne yapardım bilmiyorum ama en azından olayın doğrusunu anlatırdım yani Deniz’i. Tolga için kaldım biliyorlar halbuki olay senin de şu an öğrendiğin gibi farklı. İstanbul’da bambaşka bir hikâyem vardı, bir kız arkadaşım vardı ama şimdi iş değişti, gözüm artık başka kimseyi görmüyor. Kalacağım yani kararlıyım. Annemler döndü ben kaldım. Ayın on altısı olması lazım. Annem komşumuz Sevinç teyzeyle konuşmuş, bana “yemeğe Sevinç teyzeye gidebilirsin” demişti. Zaten yengemler de orada olduğu için yemeği hiç düşünmüyorum ayrıca gözüm yemek falan da görmüyor.
Ertesi gün 17 Ağustos kaza günü. Sabah kahvaltıya Tolgalara gittim. Yengem, Fethiye teyze, Tolga, Müjde ve ben. Masada büyük servis tabakları kadar bir kahvaltılık tabağı, bölümlere ayrılmış zeytin, peynir, yumurta bir de domates kesmiş yengem. Pek bir şey yemedim. Birkaç lokma peynir-ekmek ve çay. Daha sonra kafede bir şeyler yerim diye düşünmüştüm. Gün içinde plan yaptık Tolga, ben, Deniz, Selçuk, Cem, Emre, Ayşe ve adını hatırlayamadığım Ayşe’nin arkadaşı (hatta bu kızın kardeşiyle bir zamanlar sen arkadaştın, uzun boylu bir kızdı) Karabiga’da bir meyhane var, akşam oraya gideceğiz. İki araba var Selçuk’un ve Tolga’nın. Tahmin edebileceğin gibi gün zor geçmişti. Hatta o gün Tolga’ya bu Deniz mevzusunu açmıştım. Akşam üstü sahilden eve geldim. Duş aldım. Giyeceğim kıyafetleri ayarladım. Üstümü giyerken telefon çaldı, açmadım. İstanbul’daki kız arkadaşımdı biliyorum. Nereden biliyorsun? Biliyorum işte sorma. Giyindim evden çıktım. Tolga'ya gittim. Oradan arabayla marketin oraya gittik. Emre, Ayşe ve diğer arkadaş bizim arabada. Ben önde oturuyorum. Selçuk’un arabasını bekliyoruz. Onda da Deniz ile Cem var. Hareket etmek üzereyken Selçuk geldi yanımıza. Camı açtım;
- Benim arabaya gelsene.
- Ne oldu arabadaki muhabbet sarmadı mı?
- :)
O zamanlar Selçuk Cem’in muhabbetinden pek hoşlanmazdı. Gülümsedi, anladım Selçuk’un arabasına geçtim. Ben önde, Deniz'le Cem arkada oturuyor. Teoman çalıyordu arabada “her zaman kaybettik seninle ben.” Deli gibi sigara içmek istiyordum ama arabada sigara içmek yasaktı. İnince birkaç tanesini yakmadan yemiş olabilirim. Karabiga yoluna çıktık, Selçuk "emniyet kemerini tak" demeye başladı. Benimde o zamanlar emniyet kemerine alerjim var, takmak istemiyorum.
- Kemerini tak.
- Takmam. Ne takıcam azıcık yol.
- Tak.
- 140 ı görmeden takmam.
Daracık yolda gidiyoruz, kemer muhabbeti uzamasın diye 140 dedim. Ne bileyim 140 çıkacağını, "seninle mi uğraşacağım" demesini bekliyorum. Takayım diye çıktı 140'a.
- 140, tak.
- Eyvallah abi sen benden delisin.
Taktım, başka ne yapayım şimdi.
Deniz kenarında lokanta meyhane karışımı yarı açık bir yere oturduk. Sağımda Selçuk, Selçuk’un karşısında Cem, benim karşımda Deniz, yanımda Tolga var. Bildiğin masa işte deniz mahsullerinden bir şeyler getirdi adam, yanında rakı içiyoruz. Deniz’le göz göze geliyoruz, muhabbet filan. Dursun zaman, dursun dünya, bir şey olsun ... Ne kadar oturduk bilmiyorum ama çok değildi ben üç kadeh içmiştim. Üç kadeh rakı bana hiçbir şey yapmaz ama hiçbir şey. Lise ikide bir ufak içip eve geldiğim zamanlar olmuştu, üç kadeh bana ne yapacak? Sarhoşum ama rakıdan değil ama Cem rakıdan sarhoş olmuş kusuyordu. Cem’in, o zamanlar o an konu neyse kendini ispatlama gibi bir sorunu vardı. "Bana bir şey olmaz" deyip hızlı içiyordu ama oldu. Selçuk da içti ama sarhoş değildi. Gayet normal kendindeydi. Sonra dedik kalkalım çünkü Cem’in durumu iyi değil. Hesabı ödedik, dışarı çıktık.
Arabaların oraya geldik, ben geldiğim gibi Selçuk’un arabasında öne oturacaktım Selçuk dedi “abi sen arkaya otur, Cem Deniz'in üstüne kusmasın” tamam dedim geçtim arkaya.
Arkada Deniz’le oturuyoruz, yine Teoman çalıyor. Ben normal hızla gidiyorduk diye biliyorum ama Tolga sonradan “hızlı gidiyordunuz” dedi. Ne kadar gittik bilmiyorum sağa doğru bir virajda Selçuk direksiyonu çok mu kırdı yoksa dönmek için geç mi kaldı da birden sağa doğru kırdı. Ben sola Deniz’in tarafına savruldum. Daha savrulurken kendimden geçtim. O çok kısa anda, bir saniye içinde neden kendimden geçtiğime anlam veremiyordum hatta şaşkınlık içindeyim, neredeyse kendimle tartışacağım "neden bayılır gibi oluyorum?" Bu an belki iki saniye sürmüştür ama şaşırmak için bana yetti. Hayatım boyunca ben ne bayılmışım ne tansiyonum düşmüş, onları bırak televizyon karşısında bile uyuyakalmamışım. Savrulurken duyduğum tek şey Deniz “Selçuk” diye bağırdı.
Niye savruldum peki? Alkolün refleksleri zayıflattığını duymuşsundur. Buradaki olan da buydu. Yolu görmediğim için ani dönme hareketi sonucu hareketi algılayamadığım için tutunamadım. İnsan fark ettiği hareketlere tepki verebilir, biri seni önünden itelese hareketi gördüğün için reflekslerin çalışır tepki verirsin ama arkadan ya da yandan iterlerse hareketi görmediğin için muhtemelen düşersin. Benim reflekslerim sarhoş olduğum ve yolu görmediğim için tepki vermedi. Selçuk da alkolden refleksleri zayıfladığı için mi yoldan çıktı? Sanmıyorum, çünkü o yolu görüyordu alkollüydü ama dedim gibi arabayı kullanamayacak kadar sarhoş değildi. Yol karanlık olduğu için yolu görememiş olabilir. Bu benim değerlendirmem, gerçek belki de çok başkadır.
Kendime geldiğimde yüzüme bir şeyler batıyordu. Önce anlayamadım ne olduklarını sonra ot olduklarını fark ettim. Arabanın altındayım yani. Buraya nasıl geldiğimi, arabadan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Tolga’nın söylemesine göre önde oturan Cem kendisini arka camın orada bulmuş. Arabanın altında, arka sağ tekerleğine yakın bir yerdeyim. Sağ kalçam, sağ omuzum üstünde yan, hafif öne doğru eğik, sol omzumda yere yakın, dizlerim hafif karnıma çekik ve sol elmacık kemiğim yere değiyor. Sağ elmacık kemiğinin yere değmesi lazım değil mi? Sağ tarafımın üstündeyim çünkü. Benim boynum sağa biraz fazla dönmüş bu yüzden sol elmacık kemiği yere değiyordu. Herhangi bir acı da yok. Kafamı çevirdim önce, sonra sırt üstü dönmek istedim omuzlarımı hareket ettirmeye çalıştım, olmadı. Dizlerimi düzelteyim dedim, onlarda düzelmiyor. Sonra yardım için Selçuk’u çağırayım dedim, seslendim ama sesim o kadar az çıkıyor ki. Dedim "galiba bana bir şeyler olmuş." Önce Cem geldi. Zaten sarhoştu bağırıp çağırmaya başladı. Küfrediyordu “Bir daha buraya geleniiiiiiin.” Şoka girmiş olsa gerek. Sonra Selçuk geldi, beni arabanın altında görünce kötü oldu. Sonra Deniz geldi, kendindeydi. 'Boynuma çok dikkat et' dedim. Neden öyle dediğimi de bilmiyorum. Bana ne olduğunu bilmiyorum ki söyleyeyim şunu yapın falan diye. Nedenini bilmeden boynuma dikkat et dedim. Bu arada ben Tolgaları bizim önümüzde oldukları için kazayı görmediler zannediyordum ama Tolga “siz beni geçip gittiniz, hızlıydınız, ben kazayı yol ve etrafı karanlık olduğu için görmemiş olmalıyım” demişti. Yoldan geçen birilerini durdurmuşlar hastaneye gitme planı yapılıyor. Bir el hissetim ensemde beni dışarı çekmeye başladı kendimden geçmişim. Tekrar kendime geldim steyşın bir arabanın arkasında sırt üstü yatıyorum. Gözümü açtım Deniz’i gördüm. Dizlerinin arasına kafamı sıkıştırıp sabitlemişti, bana bakıyordu.
- Neredeyiz.
- Başka bir arabanın arkasındayız.
Elleri saçlarımda “jöle mi sürdün” diye sordu, gülümsüyordu sorarken. 'Evet' dedim. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendimden geçmişim. Böyle olmaması gerekiyordu. Saçımdaki jöleyi arabanın altından çıkınca fark edilsin diye sürmemiştim. Ayrıca o gece özel bir gece olacaktı. Aslında özel bir gece oldu da ama benim beklentim bu değildi.
Önce Biga devlet hastanesine gitmişiz. Siteye haber gitmiş Tolgalar gelmiş, Biga’da Nöroşirürji olmadığı için ambulansa binmişiz, Bursa’ya Uludağ üniversitesine doğru gidiyoruz. Yalnız biri Biga’daki hastanede boynuma bir boyunluk takıp sabitlemiş, gecenin kilit olaylarından biri bu. Kim nasıl sabitlediyse omzuma izleri çıkmıştı. Bence sinirlerin daha fazla zarar görmesini engellemiş. Bursa yolunda ambulansta kendime geldim. Tolga oturuyordu başımda, bir de hemşire vardı yanında.
- Tamam abi yanındayım.
- Kazada yanımda değildin.
Ulan niye böyle dediysem? Yat orada ne konuşuyorsun, başladı ağlamaya. Sonra midem bulandı. Boynumda boyunluk var kafamı çeviremiyorum. Tolga biraz yana doğru doğrulttu biraz çıkarttım. Hemşirenin “ayaklarını hissediyor mu” dediğini duydum. Tolga eliyle ayağıma dokundu “hissediyor musun” diye sordu , “evet” dediğimi hatırlıyorum sonra yine kendimden geçmişim.
Tekrar kendime geldiğimde Uludağ Üniversitesinin acilindeydik. Etrafımda bir sürü doktor hemşire, herkes koşuşturuyor, bir şeyler yapıyor. Tekrar midem bulandı kafamı tekrar yana çeviriyordum bir doktor bağırdı;
- ÇEVİRME KAFANI
Kafamı düzeltti. Tekrar çevirdim kafamı
- Midem bulanıyor
- Şu anda bir travma geçiriyorsun KAFANI ÇEVİRME
Doktor elinde ince bir sonda ucunda da bir torba geldi.
- Bunu burnundan midene yollayacağım.
Burnumdan ince sondayı göndermeye başladı,
- Ağzını aç
Boğazımda toplandığını görünce
- Şimdi yut, yut.
Birkaç defa yutkundum ince sonda artık midemde. Midem tekrar bulandı sonra bulantısı azaldı. Baktım ki burnumdan çıkan sondadan bir sıvı ilerliyor. Bu, midemin bulantısını geçirdi.
Hastanede bütün bu olaylar olurken ben bacaklarımı hep havada hissettim. Daha doğrusu sırtüstü yatarken bacaklarım dizlerimden bükülü karnıma çekik ayaklarım sedyeye basıyor gibi. Sonradan gördüm, dizlerime kadar iki adet varis çorabı giydirmişler. Çoraplar sıkı olduğu için bacaklarım havada olduğu hissi uyandırmış olmalı.
Ara sıra kendime geliyorum sonra gidiyorum. Bir ara bir baktım daracık bir yereyim. Öldüm mü lan? Mezar mı burası? Boğazımda gıcık var öksürmek istiyorum demek ki ölmedim, mezarda değilim. Bir ses duydum 'kımıldama' diyor bana. Emar makinasının içindeyim. Zaten kımıldayamıyorum ki neden kımıldama diyor? Galiba bacaklarımda küçük kasılmalar oluyordu. Bir de öksürmeye çalışıyorum. Kendimden geçmişim yine. Emardan sonra sedyede giderken kendime geldim, birden dayımın yüzünü gördüm, tavana doğru bakıyorum ya.
- Nasılsın Onur
- İyi olmaya çalışıyorum
Daha sonra babamı sonra da annemi gördüm. Annemi görünce içimden babama kızmıştım. Niye annemi de getirdin beni böyle görürse üzülür sonra da gelebilirdi falan diye. Halbuki o gece annemin öğretmenlik hayatı bitti.
Doktorlarla konuşmuşlar, annem “İstanbul’a götürelim” demiş, beni ameliyat eden hoca -o bölümün başkanı- “İstanbul kollarını açmış sizi mi bekliyor sanıyorsunuz” demiş, bırakmamış beni. İyi ki de bırakmamış. Ameliyata kadar yoğun bakımdaymışım. Kırk tane mi elli tane mi bir ilaç vermişler ama adını bilmiyorum. Yoğun bakımda bir iki kez kendime geldiğimi hatırlıyorum ama ameliyattan sonra mı önce mi onu da bilmiyorum. Başımda bir hemşire oturuyordu. Adının Mihriban olduğunu duydum. Yüzümde oksijen maskesi vardı ve yüzüm burnum çok terlemişti kaşınıyordu. Hemşireden terimi silmesini istemiştim.
Ameliyattan sonra odada kendime geliyorum. Annemi duydum, yanımda duruyor.
- Nasılsın.
- Belim ağrıyor.
Gerçekten belim çok ağrıyordu.
- Bak yanımda kim var.
Gördüm ama yine de sordum.
- Kim?
Tahmin et kim var? Sen vardın.
Daha sonrası bildiğin hastane günleri, gelen giden. Gelen giden dedim diye hafife aldığımı sanma gelen gitmedi biliyorum. Deniz geldi birkaç gün sonra. Ben yatakta yarı oturur bir halde ateşim olduğu için çıplağım sadece altımda bir bez var. Lan oğlum bir şey örtün lan üstüme. Bir de kocaman bir göbeğim var ama kocaman. Karın kasları çalışmadığı için öne doğru sarkmış kocaman görünüyor. Çok bir şey konuşmadık. “sigara içtim” dediğini hatırlıyorum. Daha önce konuşurken sigarayı bıraktığını söylemişti ben de “bir gün yine içersin” demiştim onu söylüyordu herhalde. Denizi iki defa gördüm biri bu diğeri bir kaç gün sonra görüşme odasında, o zaman hem onun annesi hem de benim annem vardı. Herkes bana ne olacağını merak ediyordu, tabi ben de. Kafam geçmişten kalan fotoğraf kareleri ve şarkı sözleriyle dolu. Kazadan bir sene sonra Kurban ilk albümünü çıkardı. Şarkılardan biri "Dur Gitme", aklımda kalan hastanedeki bu görüşme odasına fon müziği oldu; "Dur sakın gitme. Kal gözüm sende. Boşuna kaçma dönüşün yok. Kaçma bana gel ölelim seninle. Laşem kaldı ellere. Ruhumu ateşlere, kefene sarıp atıver elinle." Ondan sonra Deniz’i bir daha görmedim. Tonight (Bu gece) şarkısındaki gibi "you killed me with your smile" (gülüşünle öldürdün beni) ile başladı Guns'n Roses'ın So Fine (Çok hoş) şarkısındaki gibi bitti; It's a story of a man. Who works as hard as he can. Just to be a man who stands on his own. But the book always burns. As the story takes its turn, leaves a broken man. If you could only live my life You could see the difference you make to me. I'd look right up at night. And all I'd see was darkness. Now I see the stars alright. I wanna reach right up and grab one for you. When the lights went down in your house. Yeah that made me happy. The sweat I make for you. I think you know where that comes from. (Bu, kendi ayakları üstünde durmak için olabildiğince çalışan bir adamın hikâyesi ama kitap her zaman yanar ve hikâye zamanla kırık bir adam bırakır. Eğer sadece benim hayatımı yaşayabilseydin. Bende yarattığın farkı görebilirdin. Geceleri yukarı bakardım. Ve tek gördüğüm karanlıktı. Şimdi yıldızları iyi görüyorum. Evindeki ışıklar söndüğünde, uzanıp senin için bir tane koparmak istiyorum. Senin için döktüğüm ter beni mutlu ederdi. Evet, bunun nereden geldiğini bildiğini düşünüyorum. )
Ertesi sene Biga’da Deniz’in annesini gördüm. Teyzemle muhabbetleri vardı. Zaten teyzemlerin çaprazında oturuyorlardı. Annesinin teyzeme “her akşam yemekte Onur hakında konuştuk“ dediğini hatırlıyorum. Tabi geçmiş zaman detayları çok bilmiyorum, teyzem bu kadar ya da böyle söylemiş ya da böyle aklında kalmış olabilir. Kazadan sonra Deniz’i İnci ablama söyledim. İnci anlattıklarımı şimdi hatırlıyor mudur acaba?
Hayat denen şey ne tuhaf, kendi yaşadıklarımı anlamakta zorlanıyorum. Biriyle tanışıyorum artık bir derdim oluyor yokluğu büyük sıkıntı, varlığı büyük mutluluk. Bir akşam arkadaşlarla meyhaneye gitmişiz, karşılıklı oturuyoruz, dursun zaman, dursun dünya diyorum. sarhoşum ama içkiden değil. Birkaç saat sonra kendimi arabanın altında buluyorum. Yüzüme otlar batıyor. Ne olduğunu anlamadan kendimden geçiyorum. Ne tuhaf, birkaç saat önce karşı karşıya oturuyorduk şimdi kendime geliyorum ki hastane yolunda boynumu sabit tutuyor. Çok kısa bir süre sonra gözüm kapanıyor. Tekrar kendime geldiğimde bir ambulanstayım. Bu sefer yanımdaki artık Deniz değil kuzenim Tolga. Hiç aklıma gelmiyor neredeyiz nereye gidiyoruz diye sormak. Ne tuhaf, birkaç saat önce dünyanın en mutlu insanıydım şimdi nereye gittiğimizi bilmeden bir ambulanstayım. Bir dakika daha kendimdeyim, sonra tekrar kendimden geçiyorum. Ne tuhaf, ölmüyorum ama kendime gelip gelip gidiyorum. Tekrar kendime geldiğimde bu sefer Tolga da yok, doktorlar, hemşireler var. Acele acele bir şeyler yapıyorlar. Doktorun biri bağırıyor bana “çevirme kafanı” burnumdan içeri incecik bir sonda göndermeye çalışıyor sonra yine kendimden geçiyorum. Bu sefer kendime geldiğimde yalnızım, daracık bir alandayım, mezar gibi. Mezar böyle bir yer midir? Ne tuhaf, daha birkaç saat önce dünyanın en güzel kızıyla karşılıklı yemek yiyorduk şimdi emar makinesindeyim, teşhis koymaya çalışıyorlar. Oysa ki benim teşhisim belliydi. Damarlarımda aşırı doz aşk geziyordu. Bunu bilmiyorlar, boynumdaki kırığı görüntülemeye çalışıyorlar ve ben yine kendimden geçiyorum. Gözümü tekrar açtığımda sedyede gidiyorum, dayımı görüyorum önce sonra babamı ve annemi, sonrasında yokum yine. Ölüm böyle bir şey mi? Yüzümde burnumda bir kaşıntı ile kendime geliyorum, yoğun bakımdayım bu sefer. Bir hemşire başucumda oturmuş beni takip ediyor, adından belli yoğun bakım. Ne tuhaf, bir kaç saat önce dünyanın en mutlu insanıydım şimdi yoğun bakımda hayatta kalmaya çalışıyorum. Bir daha kendime geldiğimde ameliyat olmuşum, dört saat sürmüş, ölmemişim. Boynumdaki beşinci omuru kalçamın ön kısmından, bel hizasında kemer geçen yerden aldıkları bir kemikle değiştirmişler, sabitlemek için dört beş ve altıncı omurlara dört buçuk santimlik titanyum plaka çakmışlar. Bu sefer kendime geldiğimde annem var yanımda “bak kimi getirdim sana” diyor, seni gösteriyor. Bundan sonrası rehabilitasyon süreci, yeniden yaşamayı öğretecekler şimdi bana ama bu sefer başka biçimde. Ne tuhaf, birkaç gün önce dünyanın en mutlu insanıydım şimdi Nöroşirürjide çıplak, otuz dokuz derece ateşle, yarı oturur şekilde yatıyorum. Nefes alamıyorum. doktorlar hemşireler ağzımdan burnumdan ince sondalarla girip ciğerlerimdeki yapışkan sıvıyı çıkartmaya çalışıyorlar. Hayat denen şey çok tuhaf, birkaç gün önce yürümüyor uçuyordum şimdi nefes almaya çalışıyorum. Sen hiç, hiç oldun mu? Birden duruldun mu? Altında ağ olmadan yerden yükseldin mi? Tam zevkine varmışken birden yere düştün mü sen? Ben düştüm.
Sırtımızın ortasında, ense kökünden kuyruk sokumuna kadar inen otuz üç omurdan oluşan omurgamız var. Bunun ortasından omurilik denen sinir sistemi geçiyor. Omuriliği ince bir kabloya benzetirsek, bu kablonun içinden binlerce çok daha ince kablo geçip vücudun her yanına gidiyor. Hareket etmemizi, hissetmemizi vs bu sinir ağı sağlıyor. Resmini göstereyim.
Sol taraftaki omurganın tamamı, sağ taraftaki ise iki omur arasının detaylı görünümü. İki tarafta da Disk ve Omur gösteriliyor. Bütün omurlar arasında disk denen bir yapı var. Belirgin olsun diye sol taraftakinin alt bölümünde gösterdim. Buna göre sağdaki görselin detayını anlayabilirsin. Omurilik, sağdaki görseldeki en tepede gördüğün yapı. Sarı renkle gösterilen omurilikten çıkan Sinir Kökü her omurun sağ ve solundan çıkıp bütün vücuda giden sinirleri gösteriyor. Böyle otuz bir çift sinir yapısı var. Sadece bir tane sarı renkle gördüğün sinir yapısı nasıl bir şey alttaki resimde görebilirsin
Bu resim elektron mikroskobuyla çekilmiş. Omurilik normalde 1 cm çapındadır. Bir üstteki resimde sarı renkle gösterilen bu sinir ağı omuriliğin belki beşte bir kalınlığındadır. Bu resim yüz kat büyütülmüş hali. Omurganın başından kuyruk sokumuna kadar otuz bir omurun sağından solundan çıkan sinir demetinin içi resimde gördüğün gibi. Trafik kazası, yüksekten düşme, balıklama sığ suya dalıp dibe kafayı çarpma vs nedenlerden omurgadaki kemiklerden biri kırılıp omuriliği keseme ya da ezme sonucu insanlar felç oluyor. Burası hasar gördüğünde gördüğün ince uçlar vücuda hiçbir sinyal taşımıyor. Hasar gören seviyenin altında kalan kısımla beynin iletişimi bitiyor. O yüzden felçlilerin çok büyük kesimi hissetmez, terlemez, tuvaletinin geldiğini bilmez, kaşınmaz vs. Sinir hücreleri diğer hücreler gibi kendilerini yenilemediği için omurilik felcini tedavi edemiyorlar. Hastanede yatarken bize omuriliğin içinin de üstteki gibi binlerce ince sinirden oluştuğunu söylediler. Buradaki hasarın tedavi edilmesine bir diğer engel de, yapılmaya kalkılsa hasar gören veya kesilen yerdeki sinir uçlarının hangi ucun hangi uca bağlanacağını kimse bilemiyor. Resimde de görüyorsun, eğer omuriliğin içi de böyleyse, ince uçları bu kesiğin karşı tarafındaki hangi uçlarla eşleştirmek gerekir? Kimse bilmiyor. Tabi bir de nasıl birleştirileceği konusu var. Bu yüzden omurilik felcinin tedavisi yok.
Bursa’da ki bu ilk günlerden de bahsedeyim biraz. İki kelimeyle çok zordu, hem de çok. İlk önce Nöroşirürjide yattım. Buraya ziyaret saati dışında girmek yasaktı. Ziyaret saatinde de yalnızca bir ya da iki kişi girebiliyordu. Her şeyi hemşireler ve hasta bakıcılar yapıyor. Yatağın üstünde havalı yatak var. Bölüm bolüm bir yatak bir motora bağlı, periyodik bazı bölümler yumuşuyor bazıları şişiyor, sonra tam tersi oluyor. Bunu yatak yarası açılmasın diye koyuyorlar. Çünkü ilk anda insanlar olayın şokunu yaşarken dikkatsizlikten yatak yaraları açılıyor. Havalı yatak şişip indiği için vücudun sürekli aynı yerlerine basınç olmuyor. Amaaan motorunu görsen, ne ses yapıyor be. Yatakta kafana yakın bir yerden asıldıysa insan buldozerle uyuyor gibi oluyor. Yatıyorum diyorsam aslında yatmıyorum. Yatağın sırtı tam dik, oturur durumda duruyorum. Tabi kımıldayamıyorum yani kollarımda bugün olan hareketlerin yarısı yok. Yanıyorum, otuz dokuz derece ateşle çünkü vücudum boynuma takılan titanyum plağı yabancı madde olarak algılıyor. Savunma sistemi olarak ateşimi yükseltiyor. Ateşim düşsün diye sağıma soluma donmuş serum torbaları koyuyorlardı. Uyuyamıyorum da. Ağzım o kadar kuruyor ki sürekli su içmek istiyorum. Hiçbir şey de yiyemiyorum. Midem deli gibi yanıyor, sürekli mide koruyucuları veriyorlar. En önemlisi nefes alamıyorum. Narkozdan dolayı ciğerlerim dolu. Öksüremediğim için çıkartamıyorum, çıkmadıkları için nefes alamıyorum. Bir akciğer filmi çektiler, filmi ışığa tutunca filmin her yeri dalgalı görünüyordu. Doktor aldı filmi elline.
- Bunları görüyor musun?
- Evet.
- Bunların orada olmaması gerekiyor. Bunları çıkartacaksın, çok öksüreceksin.
- Öksüremiyorum ama...
- Yapacaksın başka çaren yok.
Sonradan gördük ki başka bir yol daha varmış, aspirasyon. Kısaca burundan ya da ağızdan ciğerlere bir sonda göndererek havayla yapışkan maddeyi dışarı çekiyorlarmış. Belki de doktor bu olayın zorluğunu bildiği için “başka çaren yok” demiştir.
Bu aspirasyon olayı en zoruydu. Bazen günde iki üç defa yapıyorlardı. Yatakta oturarak durmamın sebebi eğer yatarsam ciğerlerimdeki yapışkan sıvı tıkanmama sebep oluyor, nefes alamıyorum. Tıkanmamak için oturur pozisyondayım. Bir de öyle acayip bir durum gelişti ki aspirasyonu sadece bir doktor ve bir hemşire yapabiliyor. Herkes biliyor yapmayı ama bana karşı sadece bu ikisi başarılı. Belki de benim cinsliğimdendir, hatta kesin ondandır. Bir kere odada tıkandım, nefes alamıyorum, bir şey yapılmazsa öleceğim. Sevdiye hemşire geldi, eldivenlerini giydi, burnumdan sonda gönderecekken, dün gece doktor yeni bir şey denemişti onu anlatmaya çalıştım. Hem nefes alamıyorum hem de hemşireye bir şey anlatmaya çalışıyorum deli miyim neyim?
- Air-way ‘i al. Onunla yap.
Aldı, yerleştirdi. Yaparken sordu elindeki sondayı göstererek.
- Bunun adı ne?
- Sonda.
- Nazotrakiyel sondası. Biri mesleğimi elimden alacak galiba.
- Yok yok biri nefes alsın yeter.
Çabuk öğrendiğim bir gerçek ben ne yapayım, duyduğum şey aklımda kalıyor. Bu air-way de burundan değil de ağızdan yapmak için kullanılan aparat. Boğaza koyuyorlar ki yutak kapansın sonda ciğerlere gitsin. Esprili bir hemşireydi Sevdiye hemşire. Bir gece doktor aşağıya bahçeye akrabalarımın yanına inmeme izni verdi. Bizimkiler aşağıda kamp kurmuş yanlarına ineceğim, doktor hemşirelere “öyle Âdem baba gibi göndermeyin bir şey giydirin” dedi. Sürekli ateşim olduğu için çıplak geziyorum, zaten hava da çok sıcaktı. Sevdiye hemşire getirdi çocuk ameliyat önlüğü, üstünde var bir sürü tavşancık. Giydirdi, 'hadi bakalım bir daha ki sefere de ayıcıklı giydiririm” dedi. Pek esprili, pek iyiydi Sevdiye hemşire. Bir tek kanatları yoktu, öyle diyordu başhemşire onun için.
Aşağıya inmemi de gördün ama bir daha anlatayım. Tekerlekli sandalyeye ilk oturduğumda sağıma soluma sekiz tane yastık koymuşlardı, devriliyordum, hiç dengem yoktu. Bir akşam yine sekiz yastıkla sandalyede oturuyorum koridorda tur atıyoruz, Özgür var yanımda, yanımızdan yaşlı bir teyze geçti. O da tekerlekli sandalyedeydi, ya kadın ne güzel duruyordu be. Ne devriliyordu ne düşüyordu. Ben devrilmeyeyim diye bir bağlamadıkları kalmıştı.” Bir de öyle bir şey ki kafamı dik tutamıyorum daha doğrusu omuzlarımı dik tutamıyorum, öne eğilmiş bir halde bakıyorum sanki kamburum var da doğrulamıyormuşum gibi. Bu hal bir buçuk ay sonra düzeldi.
On altı gün sonra fizik tedavi bölümüne geçtik. İnsanlar da yavaş yavaş dönmeye başlamıştı, bir teyzem kaldı. Gündüz bizimle beraber odada, akşam hastanenin parkında dayımın arabasında yatıyordu. Dayım arabasını bizim için hastanede bırakmıştı. Aspre olayları bitmek üzereydi. İlaçlar alıyorum ciğerlerimdeki yapışkan maddeyi yumuşatmak, kolay çıkartmak için. Fizik tedavi bölüme geçmekteki amaç bundan sonra nasıl yaşayacağız onu gösterecekler bize. Nasıl tuvaletimi yapacağımdan tut ne sporları yapacağıma kadar. Bu bölümde fizik hareketleri başladı, eklemlerim kireçlenmesin diye hareket yapmak gerekiyormuş. Bir de tilt masası diye bir masa var beni ona yatıracaklar. Fizik tedavi salonunda duruyor. Onun da amacı tansiyon alıştırması yapmak. Her gün salona gidiyoruz, yatırıyorlar beni tilt masasına. sıfır ile doksa derece arasında yavaş dikleştiriliyor, bir resim göstereyim daha kolay anlaşılsın.
Yatıyorsun üstüne, yavaş yavaş dikleştirmeye başlıyorlar, tansiyonum düşmeye başlayınca o açıda duruyorsun. Doktor tansiyonunu ölçüyor duruma göre biraz daha dikleştiriyorlar ya da yatırıyorlar. Böyle böyle bacaklarına aparat bağlayıp ayağa kaldırmadan önce tansiyon problemini aşmaya çalışıyorsun. Bir gün yavaş yavaş dikleştirdiler. Kırk beş derece ancadır, doktor ölçtü tansiyonumu “hey yaşıyor musun” dedi. Daha ilk günler olduğu için tansiyonum hemen düşüyordu, dolayısıyla doktor tansiyonumu ölçememişti.
Benim gibi omurilik felçlilerine bacaklarına aparatlar bağlayıp ayağa kaldırıp, yirmi dakika kadar öyle durma egzersizi yaptırıyorlar. Maksat kemiklerin üzerine ağırlık binsin, iç organlar normal hale gelsin, vücuttaki kan devirdaim etsin diye zira harekesiz kalmak pıhtı atmasına sebep olabiliyormuş hatta bu yüzden uzun süre kan sulandırıcı ilaç kullandım. Kemikler için bir şeyler yapmak çok önemli çünkü omurilik felci olduğunda ilk bir ayda kemik yoğunluğunun yüzde altmışı kayboluyor ve on beş yirmi kilo veriyorsun. Kemik yoğunluğu için önlem alınmazsa kırık olabilir bu da çok zorlu bir süreç olur.
Tilt masasının adını “dikelek” koymuştum. Bir karikatür okumuştum, hastanede hasta yatağı duvara dik duruyordu, adamı da yatağa bağlamışlar. Doktor hasta yakınlarına “sizin hastanız yatalak değil de dikelek olmuş o yüzden böyle duruyor” diye açıklama yapıyordu. Hatta çok sora bu karikatürü buldum.
Tam tilt masası işte, o yüzden ona dikelek diyordum. Hatta bütün akrabalarıma kadar yayılmıştı, kendi aralarında “onur’u dikeleğe almışlar yine bugün” diye konuşuyorlardı.
Bir gün dikelekteyim yine, Metin abi vardı fizik salonunda görevli abi, aramız iyiydi, “ya yeter artık düzelsin şu tansiyonun” dedi, dikeleği doksan derece yaptı, tam dikelek oldum. Tabi tansiyonum kısa zamanda düştü. Baktı zorlanıyorum dikeleği düzeltmek istedi, sen dikelek doksan derecede takıl, kilitlen düzelme iyi mi? Adam masayı yerinden sökecek düzelsin diye, bir türlü düzelmiyor. Ben leylayım bu arada kafamda kan kalmadı, gözlerim karardı bayılacağım, dedim “ulen arabanın altından sağ çıktım da hastanede dikeleğin tepesinde can vereceğim.” Sonra diğer fizyoterapistler de koştu masaya el attı da düzeldi dikelek, hain dikelek.
Her sabah bütün bölümdeki doktorlar bölümün hocasıyla vizite geliyordu, muayene ediyor, neler kötü neler iyi konuşuluyordu. Bir sabah hoca sordu “kemikleri için ne vereceğiz araştırın bakayım.” Ertesi sabah uzmanlar bir ilaç adıyla odamda, yeni ilaca başlayacağım, sabah beşte üç tane birden içilecek. Zaten ne yiyorum ki bir de beşte midemde ne olacak ki. Ertesi gün içtim üç tane ilacı sabah beşte, sonra dalmışım. Dokuzda uyandım ölüyorum, sanki mideme beton dökmüşler. Doktora söyledim “kustun mu” diye sordu “hayır” dedim. Bu ilacı içip de kusanlar oluyormuş. Doktor teselli ediyormuş beni “sen sağlam çıktın kusmadın, millet kusmaktan perişan oluyor” diye. Yapacak bir şey yok kussam da ağrısa da ilaç içilecek. Sonra anladım ki aç tok fark etmiyor ilaç adamı ezip geçiyor hatta kustuğum zamanlar da oldu, doktorun tesellisi bir işe yaramadı.
Geceleri çok rahatsız geçiyordu, uyuyamadığım gibi sürekli bir rahatsızlık hali vardı, on dakikada bir anneme sesleniyordum. Annem ayaklarımı bacaklarımı biraz oynatırdı, su verirdi tekrar yatardı. On beş dakika sonra yine seslenirdim. Belki sabaha karşı uyuyorsam annem de o zaman uyurdu. Gündüz de annemin uyuması pek mümkün değil bir sürü şey yapılıyor, fizik odasına gidiliyor, bazen aşağıya bahçeye iniyoruz tabi akşama ateşleniyorum vb işler. Bu arada annem benim bu halimden çok etkilenmişti. Yaz olduğu için tenim esmerleşmişti ve hastanede benim için banyo yapma imkanı da pek yoktu daha doğrusu zordu yoksa özel odada kalıyorduk. Oda da duş alma imkanı vardı. Esmerleşen ten bir süre sonra soyulup eski haline gelmeye başlayınca, ben duş yapamadığım için annem de duş yapmamıştı. Bir aydır Bursa’dayız hava sıcak duş almak ihtiyaç, odamız özel, duşumuz var ama annem ben yıkanamıyorum diye kendisi de duş almamış. Bu anne olmakla ilgili bir şey galiba. Sonra teyzem hastanedeki psikoloğa söylemiş de psikolog annemi ikna etmiş, annem öyle duş amaya başlamıştı. Sonradan öğrendim bunu. Anne olmak başka bir şey. Bir süre sonra annemle teyzem yoruldu, bir haftalığına babamla eniştem bakmaya başladı bana. O bir hafta değişik bir şey olmadı hep aynı şeyler. Annem bir hafta sonra geldiğinde azcık kendisine bakmış saçını kestirmişti, dinlenmişti. Annem kısa saça o zaman başladı.
Bir şey daha anlatayım. Bizimkiler hastanenin bahçesine kamp kurmuş, neler olacak diye beklerken, Arslan dayım bir sabah erkenden kalkmış kısa bir yürüyüş yapmış. Uludağ üniversitesinin kampüsü olduğu için ağaçlı bahçeli güzel bir yerdi. İleride birkaç kişi görmüş, kendi aralarında konuşuyorlar, konuşmalarını da duymuş. İnsanların etrafı kirletmelerinden bahsediyorlarmış. Arslan dayım da titiz adam, o da kirletenleri hiç sevmez. Başlamış kendi kendine o da konuşmaya. O gruba yaklaştıkça yerde tanıdık bir şey görmüş, hem söyleniyor hem de “o yerde ki bizim kek kutusu mu acaba” diye düşünmeye başlamış. Arkadaş böyle şey olur mu ya bizim kamptan ne kadar uzakta bir grup insan bizimkilerin kek kutusu hakkında “etrafı ne kadar kirletiyorlar” diye konuşuyorlar. Dayım diyor ki “gittim ki oraya kutu hakikaten bizim kek kutusu”, ne desin şimdi? Neyse almış kutuyu geri gelmiş. Soru şu; kek kutusu oraya nasıl gitti? Dayıma göre bizimkilerin kampında bir iki tane kedi vardı ve bunlar zaten buldukları şeylerle oynuyorlardı, sabah kediler kimse uyanmadan bu kutuyu oynayarak uzaklara götürmüş olabilir. Aşağıya bahçeye inmeme izin verdiklerinde böyle hikâyeler duyuyordum.
Bursa'da Uludağ Üniversitesi fizik tedavi bölümünde bize bilmemiz gereken her şeyi anlattılar, gösterdiler artık çıkma vakti geldi. İstanbul’da 70. Yıl Fizik Tedavi hastanesine yatırmaya çalışıyorlar beni. Yer yok, sıra var o yüzden doktorlarla konuştuk İstanbul’da yer bulana kadar biraz daha Bursa’da kaldık. Toplam yetmiş gün kaldık Bursa’da. 26 Ekim’de bir ambulansla İstanbul’a doğru yola çıktık. Teyzem ambulansa binmeden önce bahçede dört yapraklı yonca bulmuştu. Bu acaba bir şeyin işareti miydi? Akşam üstü Şirinevler'deki 70. Yıl Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Hastanesi’ne vardık. Sedyeyle indim haliyle. İçeri girerken “buradan acaba ne zaman çıkacağım” diye düşünmüştüm. Hastaneler hapishane gibi görünüyor bana.
Burada da bir özel oda ayarladılar. Bütün odalar çok büyük bir alana açılıyordu. Benim gibi bir sürü omurilik felçlisi vardı. Bir de beyin kanaması geçirip kısmi ya da tam felç olanlar. Burada, insanlar neden beyin kanaması sonucu felç geçiriyor onu öğrendim. Sebebi yüksek tansiyonmuş, yüksek tansiyon beyinde kılcal damarlarda yırtılmaya sebep olurmuş. Kanama olunca neresi kanamaya maruz kalırsa o bölge felç olurmuş. Bazen sağ bazen sol taraf bazen konuşma görme etkilenirmiş. Yüksek tansiyona da yiyeceklerin özellikle de tuzun sebep olduğunu öğrendim. Bunları öğrendikten sonra arkadaşlarla veya akrabalarla yemek yerken çok tuz kullananlara “bu kadar tuz kullanmanın sonu iyi olmuyor” dedim ama kimsenin umurunda olmadı. Görmeyen anlayamıyor.
Şirinevler’de benim gibi insanlarla tanıştım. Murat abi vardı aynı benim gibi C5 seviyesinden felçliydi. Benden altı yaş büyüktü, sığ denize balıklama atlamış, kafası dibe çakılmış. Zaten oradakilerin boyundan felç olanların yarısı denize çakılma, yarısı trafik kazasındandı. Adilhan vardı on altı yaşında o da denize çakılmış. Gökhan vardı benimle yaşıt o da denize çakılmış. Gökhan’ın başına çok talihsizlik gelmiş. Denize çakılınca anında felç olmuş. Suyun içinde vücudunda hiç hareket yok. Tutmuşlar Gökhan’ı sudan çıkarıp ayağa kaldırmaya çalışmışlar. Güya yardım ediyorlar. Ambulans geç gelmiş, ameliyatta bazı sorunlar olmuş. Çok talihsiz olduğunu söylerdi.
Yeni tanıştığım arkadaşlarla Şirinevler’de de fizik tedavi olmaya devam ettim. Her sabah saat onda bir sürü insan spor salonuna giderdik. Sedye gibi yataklar vardı, fizyoterapistler buralarda insanları çeker uzatırdı. İlk fizyoterapistim kadındı. Bir süre sonra fizyoterapistlerin hepsi bölüm değiştirdi. Murat abi geldi. Murat abi benim gibi boyundan felç olanları aldı, gide gele samimi olduk. Daha sonra eve de gelmeye başladı.
Bir gün odamda yatıyorum. Doktorum geldi. Annemle konuştular. Sonra bana sorular sormaya başladı. Şöyle böyle, şudur budur dedikten sonra, "üstelik" dedim "göğsümde" "evet" dedi doktor. "Yani tam şuramda" Yine "evet, bir şey mi var oranda" "Kirli sakalıyla bir eşkıya gezinmekte" dedim, kaldılar. "Başım belada, üzerime kan sıçramış doğarken, uykularım yarıda kalmış. Başım belada, senelerce kuralsız yaşamışım. Nere gitsem çaresi yok, yanmışım." Annem "şarkı söylüyor bu ya" dedi. Evet şarkı söylüyorum ne var? Yasak mı? "Nere gitsem çaresi yok, yanmışım. Başım belada."
Burada acayip bir durum oluştu. Bir gün tansiyonum yirmiye çıktı, başım deli gibi ağrıyor. Neden olur diye araştırmaya başladık, mesanemdeki basınçla ilgili olduğunu gördük. Normalde mesane dolunca beyine “doldum beni boşalt” sinyali gönderir, beyin de bu mesajı alınca bize tuvaletimizin geldiğini bildirir ve biz tuvalete gideriz. Bu mesajlaşma omurilik üzerinden oluyor. Benim omurilik hasarlı hem de ta boynumdan. Organlar ve beyin iletişim kuramıyor. Bizim anladığımız; mesane çok dolduğunda, beyin boşaltması için bir şey yapamayınca, vücudumda acayip bir tepki gelişmiş. Mesane dolunca tansiyonum yirmiye çıkıyordu. Başka zaman değil sadece mesanem dolunca. Vücut haber vermeye çalışıyor. Bu durum çok uzun sürmedi belki on beş yirmi gün olabilir sonra kendiliğinden düzeldi.
Normalde her hafta sonu cumadan eve çıkar pazartesi sabahı erkenden gelirdik. Tansiyon probleminden dolayı bir hafta sonu hastanede kaldık, çok sıkıcıydı. Annemi dinlensin diye eve göndermiştik ben babamla kalmıştım. Altı ay sonra temelli çıktım.
İlk zamanlar evde neler yapıyordum diye düşününce pek bir şey hatırlayamıyorum. Aklıma hemen gelen şunları yapıyordum diyeceğim bir şey yok. Yardımcım vardı, Mesut. Gece gündüz bizimle kalıyordu. Herhalde hastanede öğretilen fizik hareketlerini yapıyorduk. Arkadaş olmuştuk. Kitap okuyor muydum acaba? Hatırlayamıyorum belki okuyordum. Aslında hastaneden eve çıktığımızda kendime çaktırmasam da bir seneye yakın bu duruma alışmaya, anlamaya çalışmış olmalıyım. Ertesi sene Biga’ya gidip gitmemeyi konuşmuştuk, “İstanbul sıcak orada daha rahat ederiz” demiştik. Biga’ya gittiğimizde henüz Deniz’in etkisinden kurtulamamıştım. Belki de hala kurtulmamışımdır. İnsanoğlu karmaşık bir canlı. Bilincimin altı üstü karışık halde. Buraları düzenlemeye niyetim yok. O yüzden nerede ne var bilmiyorum ama sen buralarda bir yerdesin; göğsümde, yani tam şuramda, kirli sakalıyla gezen eşkıyanın yanındasın. Kız yoksa kirli sakallı eşkıyayı tanıyor musun?
2000 yılında Teoman bir albüm çıkarttı adı On Yedi’ydi. Kısa zaman sonra tıpkı o yaz gibi yine her yerde radyolarda, televizyonlarda Teoman çalmaya başladı. Bu seferki şarkı “Rüzgar Gülü” sözleri o kadar tanıdık ki, evdeyim Teoman televizyondan sesleniyor bana;
Bir yaz günü bir yaz günü, hiç bu kadar üşüdün mü?
Rüzgâr gülü rüzgâr gülü, hiç ölümü düşündün mü?
Ben bir yaz akşamı sahilde üstelik ateşin karşısında çok üşüdüm. Bir kaç gün sonra bir gece ölümü gördüm ama beni almadı. Bıraktığında gözlerim kapalıydı. Gözümü açtığımda yüzüme otlar batıyordu. Hayat ne tuhaf. Merak ediyorum acaba bir gün bunların etkisinden kurtulabilecek miyim?
Bu kazadan sonra Selçuk’a hiç kızmadım. Ne öfke, ne kin hiçbir şey hissetmedim. Bu kazanın Selçuk'la ilgisi yok, en üst makamdan geliyor. Bu kazaya karar verilmişti, bu yüzden Biga'da kalmam gerekiyordu. Bu yüzden bir güzele aşık olmam gerekiyordu ki Biga'da kalayım. Deniz o yüzden oradaydı. Bunların hepsinin bir anlamı var. Bu kaza olana kadar bir sıralama olduğunu fark etmişsindir herhalde. Biga'da kaldım çünkü Deniz'i gördüm. Akşam meyhaneye giderken kuzenimin arabasında gidecektim ama öbür arabaya çağrıldım. Giderken önde oturuyordum, dönerken arkada oturdum. Kazada olmam gereken koltuk Selçuk'un arabasının sağ arka koltuğuydu. Kaza anında oturduğum yerde kendimden geçtim hatta o bir saniye içinde neden bayıldığıma anlam veremedim. Bunları kendi açımdan, anladığım şekilde yazmaya çalışıyorum.
Yıllar sonra Selçuk'un annesini gördüm, kaza olan akşam Selçuk'a "Bu akşam Karabiga'ya gitmeyin" diye bir kaç kez konuştuğunu söylemişi. Annem de kalmayayım diye çok ısrar etmişti. Bu kazanın Selçuk'la bir ilgisi yok ama Selçuk dese ki "neden benim arabam" şu an için verecek cevabım yok ama mutlaka bir cevabı vardır. Hepsinden önemlisi bu kaza oldu ama ölmedim. Yeni bir hayata başladım. Aslında bir yerde yeniden doğdum. Bu olaylar oldu ama bitti mi? Hayır bitmedi, devamı var ama devamını şimdi yazmayacağım, öbür tarafta anlatırım. Sanırım sana gözüne soka soka ahiretle ilgili subliminal mesajlar veriyorum :))
Sekiz sene sonra bunları bu kadar detaylı nasıl hatırladığımı merak edersen, bende bildiğin hafızalardan yok, hard disk var, mini fırın kadar, bunlar ve yaşadığım diğer şeyler kayıtlı anlayacağın. Bu kadar şeyi arşivden buraya yazmak mevcut depresyonumu etkiler mi etkilemez mi bilemiyorum ama neleri kaybettiğimi bir kez daha hatırlattı.
Neleri kaybettim peki ben? O yaz yaşadığım o duygu yoğunluğunu bir kenara bırakırsam, bir filmde izlemiştim, adı “İçgüdü” Anthony Hopkins oynuyor. Harika bir film değil ama vizyona girdiğinde izlenebilirmiş. En güzel sahnesi göstereceğim. Çok kısa bahsedeyim; Hopkins psikiyatır, akıl hastanesine kapattılar. Doktoru hücresine girdi, kısa bir hengameden sonra Hopkins doktora üç soru soruyor. Hopkins'in sorduğu sorulara dikkat et. Üçüncü sorunun cevabı yanlış tercüme edilmiş. Bununla ilgili yazacağım. Belki bu açılmaz diye alta birçok alternatif koydum. Alttaki linklerden biri Türkçe dublaj. Türkçe dublaj güzel değil, hatta komik. Konuşmalardaki vurgular kaybolmuş. Boru gibi bir ses, yavaş konuşunca da aynı ton yüksek sesle konuşunca da aynı ton. Sevmedim. Belki alt yazı okuyamayanlar olur diye yine de ekledim.
Neyini kaybettin senden ne aldım
Neyini kaybettin senden ne aldım
Türkçe dublaj. Neyini kaybettin senden ne aldım
Güzel sorular var değil mi? Ne kaybettin, senden ne aldım? Kim kontrol ediyor? Neyi kontrol ediyorsun? Sen hiç kontrole sahip olmadın sadece öyle sandın. Özgür olduğunu mu sandın? Bu sorulara bir de Allah ile kul için düşünsene. Allah bu kaza ile benden ne aldı? Neyimi kaybettim? Bu günlük bu sorulara cevap değil aksine Allah bana ne verdi sorusuna cevap.
Filmde “illusion”’ın Türkçesini "yanılgı" olarak vermişler, komik değil mi? Adam neden yanılgılarını kaybetsin? Illusion birçok anlama geliyor, yanılgı onlardan biri bile değil. Yanılsama dese anlamlarından biri olur ama o zamanda burada kullanılması gereken doğru anlam olmaz. İllusion'ın bu filmdeki anlamı “hayaller, hayal gücü” demek. Illusion'ın Türkçe karşılığına değil de ingilizce anlamına bak, dream'den imagination'a bağlanıyor. Bir bilim adamını akıl hastanesine kapatıyorlar, adam psikiyatristinin boğazını sıkınca aslında kapalı alanda kendisinin neler hissettiğini anlatmak istiyor, "hapsedildiğinde neyini kaybedersin" diyor. Ormanda gorillerle yaşayan bir bilim adamını hapsedildiğinde yanılgılarını değil hayallerini gerçekleştirme imkanını kaybeder. Bir de daha önce izledim, o tercümede doğru anlamı gördüm burada verilen anlamın yanlış olduğu kesin. Başka delil istersen Guns n' Roses'ın "use your illusion" adında bir albümü var. Aslında iki albümdür, ikincisi favorimdir. "Yanılsamalarını kullan" diye albüm ismi anlamsızdır ama "hayal gücünü kullan" tam da anlatmak istediği şey.
Illusion'nın yanılsama anlamı üzerinden bir şeyler yazayım. Bu filmi izlediğimde düşündüm ben neler kaybettim diye. Benim kaybettiğim şey hayallerim değil, aksine ben bu kaza ile yanılsamalar zinciri içinde olduğumu anladım. Bu dünyanın neden var olduğunu ve burada ne işimizin olduğu konusunda yanılsamalar yaşıyormuşum. Gördüklerim ve yaptıklarımla, gerçekler bambaşkaymış. Kazadan sonra yanılsamalarımı bir kenara bıraktığımda elimde müthiş bir hayal gücüm olduğunu gördüm. Belki beni bu yanılsamalara götüren de bu hayal gücüydü bilemiyorum. Hayal gücü insanı hayata bağlar. Bundan altı sene önce bu bilgisayarı alırken ve hiçbir şey bilmezken “bir gün bir virüs yazacağım” diye aldım. Bunu diyen birinin hayal gücü çoook geniş olmalı. Virüs dediğim şey bilgisayarın kontrolünü bir süreliğine kaybedeceksin, yüzünde tebessüm oluşacak, o kadar. Kötü bir amaç yok. Maksat yapabildiğimi görmek. Hatta virüsümün adı "Tuğçe San" virüsüydü. Tuğçe San doksanların ortasında albüm çıkarmış bir şarkıcıydı. Onun 'Ha Ha Ha' diye bir şarkısı var. Bunun bir de remiks hali var. Oynatmacalı bir şarkı, arada sinir bozucu şekilde gülüp 'Tuğçe San geliyor' diyordu. Benim virüsüm de bilgisayarı kilitledikten sonra o şarkının bir bölümünü tekrarlayacaktı 'Ha Ha Ha Tuğçe San geliyor.' Ayy çok gıcık bir şey. İhtiyacım olan tek şey konsantrasyon. Konsantre olamıyorum, hiçbir şeye. Bir örnek göstereyim. Eğer yüzünde tebessüm oluşuyorsa amacıma ulaşabilirmişim diyebiliriz herhalde. Bir de böyle bir virüsün Türkiye'yi sardığını, akşam haberlerde Tuğçe San çalan kitlenen bilgisayarlar önünde oynayan insanların haber yapıldığını düşünsene. :))
Video açılmazsa alttaki linklere tıkla.
Yanılsamaları bir kenara bıraktıktan sonra ve hayal gücüm de yerinde olduğuna göre ben neleri kaybettim? O yaz bu kaza ile birçok kişi birçok şeyini kaybetti. Aslında ben kaybettim gibi görünen hayatımla kendimi buldum. Bu kazayı basit bir kaza olarak görmüyorum. Bu kaza en üst makamdan geliyor. Allah bu kaza ile ne özgürlüğümü, ne kontrolümü ne de hayal gücümü aldı. Eskiden hiçbir şeyin farkında değildim, şimdi farkındayım; ailemin, kendimin, Allah’ın. Bu kaza başıma gelen en güzel şey diyebilirim. Şunu biliyorum ki bu kazadan sonra bir yanım hep eksik kalacak ve yine biliyorum ki zaman bu yanımı dolduramayacak. Olsun. Yine de bu kaza olduğu için çok mutluyum. Neden böyle dediğimi anlayabileceğini zannetmiyorum. Belki kendimi iyi hissedeceğim bir yön bulduğumu düşünebilirsin ama değil. Bana bahşedilen bu hayat bana bakanlar için süper yıpratıcı ama benim açımdan paha biçilmez. Bu hayat bana bilgelik getirdi. Süper yıpratıcı bir hayatın getirdiği bilgeliğe paha biçilemez. Böyle bir şeye kendi başına ulaşamazsın, satın da alamazsın ama bir bedel ödemen lazım. Ancak imtihanlardan geçenler buna kavuşabilir. O yüzden günlüğümün başında imtihanlarımı yazdım. O zamanki aklımla benden kimseye hayır gelmezdi ama şimdi gelebilir. Günlüğümü oku.
Bu kadar yeter sanırım.
Sevdiklerim ve sevenler ölüm son değil. Tekrar görüşeceğiz. İsterim ki cennette olsun, ateş kısmı bizden uzak olsun. Joe Coocer'ın bir şarkısı var, up where we belong. Ait olduğumuz yere kadar demek. Biz nereye aitiz? Nereden geldik nereye gidiyoruz? İşte bin yılların soruları. Cevap Kuran-ı Kerimde veya Komünizm'de. Şaka şaka. Aradığın her şeyin cevabı Kur'an'da. Ama okumayı bilmek lazım. Günlüğüm de yardımcı kitapçıktır. Ait olduğumuz yere gidinceye kadar şimdilik hoşçakalın. Yoklama yapacağım haberiniz olsun.
Joe Coocer - Up where we belong
Not:Günlüğümü üstte "Onur'un Günlüğü" menüsünde sıra ile okursan, "16 Ağustos 2012 - Allah Bizi Neden İmtihan Ediyor? İmtihan Olanlar Nasıl Değişiyor?" sayfasında sanırım bu kazanın neden başıma gelen en güzel şey olduğunu anlayabilirsin. Yaşadıklarımı okumadan cevapları dinlersen eksik olur. Önce yaşadıklarımı oku, sonra o sayfada cevapları dinle.
Kadın
yakaladı genç adamı
elinden.
Genç adam
yakaladı kadını belinden
bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içinde..
Sarktı ayakları gecenin içinde...
Işıklı bir deniz dibi gibi
başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
Bacakları karanlık boşluklara sallanıyor.
Sallanıyor bacakları
sallanıyor bacakları...
...dudakları...
Sevmek mükemmel iş delikanlım,
sev bakalım!
Mademki kafanda yıldızlı bir gece var,
benden izin sana
sev, sevebildiğin kadar...
Nazım Hikmet