15 Temmuz 2012 - Biga
Cerrahpaşa Acil'de geçirdiğim gece Bülent hoca böbreklerime tüp takılmasına karar verdi. Tüp dediğim de çok ince kanal gibi bir şey. Onlar tüp diyordu ben de tüp diyorum. Böbreklerin içindeki bir kanala incecik tüp gibi bir şey yerleştirecek, çıkışı karnımın yanından hemen böbreğin oradan olacak. Böylece idrar böbrekten direk dışarıya çıkmış olacak, mesaneye inip basınç yapmayacak. Bunun görüntüsü şöyle;
Cuma sabahıydı, 8 - 8:30 gibi Fındıkzade’de özel bir hastaneye geldik. Hoca işlemi burada yapacak. Gelir gelmez yattım. Hmmm şimdi hatırladım yatağa yatınca nefes alamama krizi yine olmuştu, oksijen almıştım. Daha ileri tarih olsaydı, o nefes alamama olayına dayanamazdım. Bir yerlere giderdik yine, onu da hatırlardım. Demek ki bir önceki sayfanın sonunda bahsettiğim tarihler doğru. Ertesi gün yatmışım hastaneye.
Odamda yatıyorum. Pencereden yandaki bitişik duvarda küçük bir pencere görünüyor. Biri içeriden karşıdaki camın önüne kaşıkla pilav koyuyor. Pencerenin tam karşıda bir ağaçtan serçeler geliyor, bir kaç tane pirinç alıp geri gidiyorlar. Biri konuyor biri kalkıyor. Güzel bir manzara. Aklımda kuşların yerinde olmak geçmedi. Bu dünyayı insan olarak tamamlayacağız, sabredebilirsek. Öyle ya yıllarca sabredenlerden olmak istiyorum diye dua etmişim, şimdi pencereden kuşları görünce yerinde olmayı istersem olmaz. Ettiğim duanın bir kıymeti kalmaz.
"Hoca geldi" dediler. Hasta bakıcılar ameliyat önlüğü giydirdi. Sedyeye aldılar. Asansöre bineceğiz gelmesini bekliyoruz. Beklerken kuzenim Özgür resmimi çekti. Asansör gelince bindik. Aşağıya iniyoruz. Zerrin hemşire ve hasta bakıcılar var yanımda. Hoş sohbet biriydi Zerrin hemşire. Aşağı inerken konuştuk biraz. Sonra asansör durdu, kapı açıldı. Ameliyathanenin soğuk havası kabine doldu. Soğuk koridorlardan geçtik, girdik küçük bir odaya. Ameliyat masası ortada. Hemşireler koşturuyor. Hazırlık yapılıyor. Beni de masaya yatırdılar. Yüz üstü çevirdiler. Çenemin altında yumuşak bir şey var. Biri çok soğuk olduğunu söylediği bir şeyle belimin orasını sildi. Enfeksiyon kapmamak için yapılan temizlik. Bir diğeri temizlenen yerden uyuşturucu iğne yaptı. Anestezist rahatlayayım diye kolumdan bir ilaç verdi ama ben etkisini hissetmedim. Derken Bülent hocanın sesini duydum, "hazır mısınız?"
O anda orada yatarken hiçbir şey hissetmedim. Ne korku, ne endişe, ne de başka bir şey. Onların elindesin o anda. Sırayla ne yapacaklarsa yapıyorlar. Hoca, hastanenin üroloğu ile yanımda. Başladılar, sağ böbreğime takılacak önce. Laparoskopik yöntemle yapacaklar. İnce demir gibi bir şeyle ile yandan girip, üstteki cihazdan bakıp, yerini görüp sabitleyecekler. Hoca yapmıyor aslında işlemi. Ne yapılacaksa söylüyor diğer doktor yapıyor.
Ameliyat sürerken ne yapsam ne düşünsem bilemedim. Dua okuyayım dedim. Bildiğim duaları okumaya başladım ama sanki okuyan ben değilim de başkası. Yabancıyım kendime. Böyle olunca çok sürdürmedim duaları. Yirmi dakika kadar sürdü. Bitince geldiğimiz gibi çıktık yukarı. Aldılar yatağıma. Giderken nasıl ifadesiz tepkisizsem, geldiğimde de öyleydim. Hatta Özgür “Olum sen misin ameliyat olan ben miyim” dedi. Demek ki Özgür endişe, korku gibi duygular duymuş ki odaya geldiğimde ben de yok, onda vardı. Ben de ki de artistliğimden değildi.
Ben yukarı çıkana kadar, Bülent hoca odada bizimkilere anlatmış neler yaptıklarını. İkinci tüpü pazartesi takacağını eve, gidebileceğimiz söylemiş. Şimdi git pazartesi gel olmasın ve herhangi bir komplikasyon olması durumunda tekrar geri gelmemek için hafta sonu orada kaldık. İyi ki de kalmışız. O hastanede yaşadığım üç gün, bundan sonra olduğum büyük ameliyat, sonrasında yattığım yoğun bakım ve endoskopi yaptırdığım günler hayatımın en zor günleriydi. Sen zor günler yaşadım diye düşünürsün ama asıl zor olanları henüz yaşamamışsındır.
Akşama babam operasyonun ne kadar olduğunu öğrendi. Toplam 3.000 Tl. Bunu duyunca oturdu odadaki koltuğa, hayat ışığı söndü. "Çok pahalı" deyip durdu. Ne kadar olduğu önemli değil babamdan para istersen babamın hayat ışığı söner. Alış veriş yaparken seçim hakkı olduğu için böyle olmuyor. Her şeyin ucuzu hangisi diye bakıp seçip aldığı için mutlu oluyor. Bir kere dışarı çıkarken arabanın lastiğinin inik olduğunu gördük. Kalabalığız, gitmekten vaz geçmedik, hemen yakın yerde lastikçi var, oraya gittik. Lastik patlamış, Adam yaptı lastiği. Arabadaki herkes şükrediyor. Babam arabaya girdiğinde yüzü ölüm haberi almış gibiydi. Ne oldu? Çok para istedi. Ne kadar? 20 Lira. Şaka değil bu. Ne kadar olduğu önemli değil, babamdan para isteme, hayat ışığı söner. Hele diş doktorundan geldiğimizde görsen babamı, günlerce kimseyle konuşmuyor. Sanırım babamın en çok zoruna giden diş doktoruna ödediği para. On üç yaşımda bana neden “bir yere gitmek, bir şey almak istiyorsan para biriktir” dediği daha anlamlı geliyor mu? “Nereye gidiyorsan git, ne alıyorsan al ama benden para isteme, biriktir öyle git, al.” Şimdi “olacağın ameliyatların parasını biriktir” gibi bir şey de diyemiyor. Çok çaresiz anlayacağın. Tasarruf yapacağım diye adı duyulmamış, en acayip, içilmeyecek kadar iğrenç çayları alan babama 3.000 Tl evlat acısı gibi geldi. Ölsem böyle üzülmez. Hatta çaktırmadan sevinir bile. Sonra Murat gitti doktorla neredeyse kavga etti. Doktor kibar adammış. Hakikaten doktormuş. "ne haliniz varsa görün" diye bırakmadı beni. Düşün bakalım biraz; bu operasyonların fiyatı ne olursa olsun bu durumdan kurtulmak mı daha iyi yoksa beni haftada üç defa Diyalize götürmek mi? Babamın beğenmediği “sefil cahil köylü” dediği insanlardan her hangi birini çağırsak, durumu anlatsak; böbreklerimin aşırı şiştiğini, ürenin kreatininin yüksek olduğunu, doktorun böbrekleri rahatlatmak ve üreyi düşürmek için böyle bir operasyon yapacağını anlatsak, söylenen kelimeleri ilk defa duymuş olsa bile "doktor ne lazımsa yap, ne kadar para istiyorsan al, ne istiyorsan yapalım, bulalım yeter ki bizi bundan kurtar" der. Normal bir insan böyle der. Çirkin insanlar hayatını kurtarmaya çalışan doktorla kavga, pazarlık yapar başkaları değil. Paraya tapanların hayat ışığı söner Bir gün babamın bankada ne kadar parası olduğunu öğrenirsin inşallah. Babam öldüğünde bankada en az 1.000.000 Tl'si olacak.
Bu sözlerim yanlış anlaşılabilir. Benim durumum acildi. Normal bir zamanda, birkaç hafta sonraya planlanmış bir operasyon değildi. Öyle geniş bir zamanda yapılacak ameliyat için eğer fiyat yüksek gelirse pazarlık yapabilirsin. Fiyatı uygun bulmuyorsan başka doktor hastane arayabilirsin fakat benim durumu acildi. Ürenin düşürülmesi, böbreklerin rahatlatılması gerekiyordu ki doktor yapacağı büyük ameliyat için önünü görebilirsin, yani yapacak mı yapmayacak mı, yoksa böbreklerim iflas mı edecek böyle bir süreçti.
Bu tüpü takmaktan maksat; idrarı böbrekte basınca yol açmadan dışarı çıkarmak, kreatinin ve üreyi düşürmek. Düşünce diğer büyük ameliyatı yapacak. Üreyi düşürebilmek için malum çok idrar çıkarmak lazım ki üre atılsın. Şimdiki durum öncekilerden biraz farklı. Böbreğimin birinde tüp var diğerinde yok. Diğeri hala basınç altında. Dolayısıyla Biga'da ki hastanede olduğu gibi hızlı hızlı serum bağlamıyorlar. Yavaş yavaş akıyor serum. Bir de her zamanki gibi çok su içmemi söylediler ama benim midem hiç olmadığı kadar kötü. Sanki mideme benzin dökmüşler, ateşe vermişler yetmemiş bir de demir kazık çakmışlar. Zaten yıllardır oturarak yemek yiyemiyordum, günü sadece bir bardak kahve bir kaç bisküviyle geçirir ancak akşam yattığım yerde normal yemek yerdim. Şimdi yattığım yerde de yiyemiyorum. Ara sıra bir kaç lokma tost yemeye çalışıyorum, o kadar.
Kolumda serum takılı ama çok yavaş akıyor. Cuma günü nispeten daha iyiydi. Midemin yanmasına rağmen birkaç lokma tostun arkasından biraz su içebiliyordum. Nasıl yapıyorsa Zerrin hemşire yanımda bitiyordu hemen “çok su içmen lazım” diyordu. Annemlere “çok su içirin, ne kadar içti” gibi şeyler söylüyordu ama benim midem sürekli yanıyor ve bulanıyor, bu üre yüksek demek. Mide yanması ve bulantısının dışında başka bir durum daha var. Nasıl anlatılır bilmiyorum. Hastalıklar, ağrılar, acılar anlatılabilseydi daha doğrusu ne kadar ve nasıl olduğu bir başka insanın anlaması sağlanabilseydi bu gün kimse sigara içmezdi. Akciğer kanseri, koah ya da amfizem hastalarının hallerini anlayan biri mümkün değil sigara içemez. Kazanın ilk günlerinde Bursa’da ve bu son günlerde nefes alamayan biri olarak bunun garantisini verebilirim. Bir anlasalar insanlar sigara paketine ellerini dahi sürmezler.
Böbreklerim zor durumda. İflas edebilir. Vücudumdaki üre ve kreatinin yüksek. Kanım çok düşük. Acayip bir haldeyim. Sanki periyodik bir hal başlıyor ki bu hal başladığı zaman gözlerim ben istemeden kapanırdı, ama uyuyamazdım. Çevremdeki her sesi duyardım. Hatta bilincim de açıktı ama gözlerimi açamazdım. Göğsümde kafamda bir ağırlık, sıkıntı gibi bir şey, -işte tarif edilemeyen şey- aynı zamanda midem yanıyor, bulanıyor. Vücudum periyodik olarak öğürüp kusmaya zorluyor. Buna ilave ara sıra ateşim yükseliyor. İlaç veriyorlar bir süre sonra düşüyor. Bu, Biga'da ki hastanede olan sıkıntılara hiç benzemiyor. Doktora “çok sıkıntım var, uyuyamıyorum, böyle zamanlarda antidepresan iğne oluyordum, yine yapsanız” dedim, uygun bulmadı. Bütün sıkıntılarımla baş başa kaldım.
Geceler çok daha zordu. Hastanede akşam olunca zaman durur. Uyuyamadığın için zaman sanki hep aynı saattir. O sıkıntı, yanma, bulantı devam ederken sanki uykuya dalar gibi olurdum, hemen ardından öğürme başlardı. Anneme seslenirdim, o da yarı uyur halde fırlardı yataktan kap yetiştirirdi. Öğür öğür öğür bir şey yok ki midemde çıksın. Sonra öğürme biter tekrar o hal devam ederdi ta ki bir daha ki öğürmeye kadar. Bir döngü gibi hep aynı şeyler olurdu. Bütün gece bu döngünün içinde dolandım durdum.
Cumartesi günü Zerrin hemşire ilaçlı bir serum bağladı. Üzerinde zaman ayar mekanizması vardı. Yirmi dört saate ayarladı. Yani o serum yirmi dört saate bitecek. Bir diğer ifadeyle serumdaki ilaç, damarlarımda yirmi dört saat boyunca aynı seviyede olacak. İlacın etkisi bulantıya yönelik. Bu ilaç iyi geldi. Tarif etmeye çalıştığım bulantı artıp tam öğürme kusma başlayacakken onları baskıladı. Bulantı, yanma devam ediyor ama kusma baskılandı. Bu annem için iyi oldu. Hiç değilse gece kusmam için uykusundan fırlayıp kap yetiştirmeye çalışmadı.
Cumartesi öğlen gibi yemek yeme isteği var içimde çünkü neredeyse iki gündür hiçbir şey yemedim. Canım patlıcan yemeği istemişti. Deli miyim neyim, geberip gideceğim ama canım patlıcan yemeği istiyor. Ye tostunu yat, ne patlıcan yemeği? Babam dışarıdan getirdi. Yer yemez midemden sindirme sesleri gelmeye başladı. Bulantı olmadığı zamanlarda yemek istiyorum. Bir zaman sonra tost da yedim. Tabi bunları lokma lokma uzun zamanda yiyorum.
Gece oldu o hal başladı. Hemşire geldi. Kolumdaki damar yolundan ilaçları gönderdi. Daha sonrasında göğsümde o sıkıntı hali arttı. Antibiyotik yapıldığı zaman olan sıkıntılar gibi oldu. Nöbetçi doktoru çağırdık anlattım derdimi. Göğsümde ağrı lafını duyduğu için ameliyat yerinden bir pıhtı atıp da akciğerlere yerleşmiş olması ihtimaline karşı aspirin içmemi istiyor. Babam 'ameliyat yerindeki kanamayı artırmaz mı' diyor Ben 'bu sıkıntı başka, antibiyotik yapılınca olurdu' diyorum. Derken babam bugün çok yemek yediğim için midemdeki yemeklerin göğsüme baskı yaptığını söyledi.
Çaresizlik nedir bilir misin? Anlatayım biraz. Göğsümde, kafamda, vücudumun her yerinde daha önce bilmediğim sıkıntılar var ama öyle Biga’da kendimi rüzgarlara attığım sıkıntılardan değil, bambaşka. Böbreğime bir tüp takılmış onun çalışması bekleniyor. Görünürde onun hortumundan idrar gelmiyor, bu işin bir yüzü. Diğer yüzü vücudumdaki üre o kadar yüksek ki midem deliniyor. Sürekli bulanıyor ve kusuyorum. Üreyle beraber kreatinin de yüksek. Böbreklerim iflasın eşiğinde. Sabah gün aydınlandığında böbreklerim iflas etmiş olabilir ve ben bundan sonra diyalize gireceğim demektir. Gece yarısı göğsümde, kafamda sıkıntılar var. Gözlerimi açık tutamadığım anlar oluyor. Dayanamıyorum. Düşün hastanedeyim, doktorla hemşire bir yanımda annemle babam diğer yanımda. O anda daha iyi olabilecek başka bir yer yok ama derdimi anlayan da yok. Doktor işi gereği tedbir almaya çalışıyor. Dediği olursa ve ben ölürsem sorumlu nöbetçi doktor olur. Niye önlem almadın diye soruşturma geçirir. Babamsa gündüz gördüğü yemek olayının akşam sıkıntı yaptığını düşünüyor. Halbuki o anda midem bom boş, deliniyor. 'Değil' diyorum, 'midem şu an boş diyorum' 'hayır' diyor 'çok yedin miden göğsüne baskı yapıyor' diyor. Çözüm bulacağımıza tartışıyoruz. Babam bu, sakin kalması gereken zamanda benimle tartışıyor. Canım burnumda. Olmayan bir şey için fırça yiyorum. Kimse babamın bu hallerini bilmez. Babam hakkında yazdıklarım seni şaşırtıyor olmalı. Doktordan da fayda yok. İşte buna çaresizlik deniyor. İnsan böyle bir durumda ne yapabilir? Hiçbir şey. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Mecbur içinde bulunduğun her anı yaşamak durumundasın ve böyle durumlarda zaman çok yavaş geçiyor. Şimdi geriye bakınca sanki zaman hızlı geçmiş gibi geliyor ama hastanede zaman çok yavaş geçiyor. Bazen düşünüyorum bunları yaşamış olmam uzun süre “sabredenlerden olmak istiyorum” diye dua ettiğim için midir?
O gece uykusuzluk, ateş, sıkıntı, bulantı ve midemdeki delinmeyle geçti. Delinme için seruma bir ilaç katıyorlar o biraz etki ediyordu. Nabzımı midemde duymaya başlıyordum ama bir süre sonra tekrar delinme hissi başlıyordu. Ateş için yine küçük bir serumla ilaç veriyorlardı. O da bir kaç saat sonra düşüyordu.
Hangi gece bilmiyorum, nispeten daha iyi olduğum bir an, genç bir hemşire geldi. Tansiyon, serum vb şeyleri kontrol ediyor ama hıçkırık tutmuş, hıçk, hıçk, hıçk. Gece olduğu için oda, hastane çok sessiz. Bir tek hemşirenin hıçk sesi var. Annem hemşireye bir oyun oynadı. Dedi “burada telefonum vardı gördünüz mü?” Hemşire “hayır görmedim” dedi. Annem yine "buradaydı yok oldu, görmediniz mi” dedi. Hemşire yine “hayır” dedi. Bu sefer annem “az önce siz gitmeden buradaydı” dedi. Hemşire hırsızlıkla suçlandığını anladı ciddileşti, “ne münasebet hanımefendi görmedim” dedi. Aslında bunları söylerken annem gülümsüyordu. Hemşire anlayabilirdi ama hırsızlıkla itham edilince fark edemedi. Annem hala "yaa şimdi buradaydı" diyor, hemşire "bilmiyorum" derken annem ciddileşti “geçti mi” dedi. Hemşire “ne geçti mi” dedi. Annem “hıçkırığın” dedi. Hemşire gülümser, anlar anlamaz bir halde, annem 'korkutunca hıçkırık geçer' dedi. Hemşire gülmeye başladı, bir daha hıçkırmadı, geçmiş. Belki de bir daha hiç hıçkırmayacak.
Pazar gecesi de aynı geçti. Hatta midem daha kötüydü. Yine nöbetçi doktoru çağırdık, midemin delindiğini söyledim ama yapacak bir şey yok ancak seruma mide ilacı katıyorlar, o biraz etki etmeye çalışıyor ama düzelmiyor çünkü üre çok yüksek.
Bu hastanede yatarken bir de yeni bir şey öğrendim. Çok su içmemi söyleyen hemşire söyledi. Hastayken ya da belki benim durumumda günlük alınan sıvı, çıkandan az olursa ateş yaparmış. İdrar torbaya çıktığı için miktarı belli. İçtiğim su da belli, çok az, sonuç ateş. Su içmenin insana eziyet olabileceği kimin aklına gelir? Yoksa acaba çok su içeyim diye kandırdı mı beni? Ama ateşim vardı, bilemedim şimdi.
Üç gün geçirdim orada, üç gün uyumadım. Bir gece öyle bir hale geldim ki midemin delinmesi, bulanması, böbreklerimdeki şişmenin verdiği o sıkıntılar bir yana hangi şehirde, hangi hastanede olduğumu şaşırdım. Biga’da ki özel hastanede miyim, İstanbul’da ki özel hastanede miyim yoksa Cerrahpaşa'da mıyım bilmiyordum. Fikrim, algım değişiyordu. "Biga’dayım galiba" diyordum, artık ne kadar zaman sonra bilemiyorum "yook galiba İstanbul’dayız, özel hastanedeyim" diyordum. Bir zaman öyle geçiyor, "yok yok galiba Cerrahpaşa'dayız" diyordum. Bir süre sonra "yok galiba Biga’dayız" diyordum. Nerede olduğumu çıkartamamıştım.
Gece ambulans sesleriyle yankılanıyor. Biri gidip biri geliyor ama yattığım hastaneye değil. Hastane Fındıkzade’de olduğu için bütün hastaneler orada neredeyse. Özellikle Cerrahpaşa. Siren seslerinin yanında bir de yarış yapan arabalar, motosikletler var, onların sesi geliyor. Kendimi biraz daha iyi hissettiğim anlarda bunları duyuyordum. Egzozdan çıkan sesler, lastik sesleri, hayatının kıymetini bilmeyen insanlar. Sen biliyor musun? Gecenin üçünde yarış yapıyorlar. Bilmiyor ki az önce önünden geçtiği hastaneye her gün, her gece trafik kazası geçirmiş birilerini getiriyorlar, hız yapıyorlar sadece.
Bir de gecenin bir vakti gitar sesi gelmeye başladı karşı apartmandan. Ben hayatımın en zor gecesini geçiriyorum, karşı apartmanda balkonda gitar çalıp şarkı söyleyen gençler var. Hayat yelpazesi ne kadar geniş. Aynı anda ne kadar çok şey oluyor. Dünyanın her yerinde, her şehrinde, kasabasında, köyünde aynı anda ne kadar çok şey oluyor ve hepsinden haberdar olan bir Rab. İnsanın aklının almayacağı bir şey. Allah el Habir, her şeyden haberdar, her şeyin gizli tarafından haberi olan, el-Latif her şeye vakıf, en ince işlerin inceliklerini bilen, el Alim, gizli, açık, her şeyi mükemmel bilendir ve yüzde doksan dokuzunun müslüman olduğu iddia edilen bir ülkede insanlar Allah’ın farkında değil. Sen ne kadar farkındasın?
Arkadaşlarım, kuzenlerim geldi ziyarete. Semih, Mustafa, yanlarında tanımasam da Faruk, daha sonra Ersin, Tolga, Özgür, Yeşinil. Bu arkadaşlarımdan Semih'i görünce etkilendim, neden?
Cuma günüydü, tüpün takıldığı gün. Öğlen vakti, çok kötü değilim. Gelenle gidenle konuşabilecek durumdayım. Semih, Mustafa ve Faruk girdi odaya, yanıma oturdular. Mustafa Semih’in ortağı. Ara sıra şirkete gidince tanıdım hatta çok da sevdim. Şimdi Semih’le beraber yatağın yanında oturuyor. “Nasılsın, ne var ne yok, ne oldu sana” konuştuk biraz, uzun kalmadılar. Kalkarlarken gözlerim doldu. Ben de çıksam gitsem onlarla. Odadan çıktılar ağlamaya başladım. Değişik bir durum; iki yıldır hastanelere yatıyorum, Biga’dan beri bir aydır rahatsızım, en son nefes alamıyordum, şimdi gece gündüz kusuyorum, hiçbir şey yiyemiyorum, midem deliniyor, uyuyamıyorum, yan yatamıyorum, bir kaç saat önce ameliyat oldum, böğrüme demirler girdi, böbreğime tüp takıldı ağlamadım da Semih’i görünce niye ağladım? Burada bir kaç sebep olabilir. Belki ağlamam gerekiyordu ama nasıl ağlayacağım? Sen şimdi alınma, sen kız kardeşimsin. Demek ki bu olaylar oldu olalı ilk defa kendime diğerlerinden daha yakın birini görmüşüm. Belki de varlığı, mutlu olduğum zamanları hatırlattı. Her gün telefonla ya da internetten konuşurduk. Aynı yolun yolcusuyuz bir defa. Çok zaman ayetlerden, hadislerden veya buna benzer konularda konuşuyoruz, arkadaşlıktan öte. Öyle olmasa beni taşımazdı, işe, eve ya da dışarıda herhangi bir yere.
Bir saat belki daha fazla boyunca durmadam, ağladım. Odada annem, babam, sen varsın. Bir ara annemin de gözleri doldu. Sonra ezanı duydum, ikindi vakti girdi. Ezan duasını bilir misin? Bunu bir ayete bir de hadise dayandırıyorlar. Bundan dolayı farklı bir anlam yüklenmiş ama ben o anlamın doğru olduğunu düşünmüyorum. Ayetten dolayı peygamberimiz için "makam-ı mahmud'a yükselt" diyorlar. Övgüye layık bir yer demek. Bu da ahirette olacakmış ama bu doğru görünmüyor. Allah bunu peygamberimize Medine'ye hicretin önünü açarak verdi zaten. Bunun detayına şimdi girmeyeyim daha sonra bahsederim. Ezandan sonara genelde kısa versiyonunu okuyordum, bu sefer uzun olanı okudum ama makam-ı mahmud'tan bahsetmedim. Duadan da göreceğin üzere razı olma duası olduğu ve ben de razı olduğumu dile getirmek için bu versiyonunu okudum. Zaten “Ben senden razıyım sen de benden razı ol” diye yıllardır dua ediyordum. O an ezanı duyunca bunu bir kez daha dile getirdim.
“Ey bu tamamlanmış davet ve vakti girmiş olan şu namazın Rabbi olan Allah’ım, bizler bir olan, hiçbir ortağı bulunmayan Allahü tealadan başka hiçbir ilah olmadığına ve efendimiz Muhammed Mustafa’nın onun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmekteyiz. Rab olarak Allah’tan, din olarak İslamdan, resul ve nebi olarak Muhammed Mustafa den razı olduk” (Amin)
Bir yandan ağladım bir yandan bunu okudum. O kadar içten okudum ki daha önce belki de bu kadar içten okumamıştım. Çenem titriyordu okurken. Belki bu yüzden ağlamam gerekiyordu, samimi miyim yoksa kızıp isyan mı edeceğim belli olsun diye. Yine bir ikindi vakti ve ben yine bu kadar içten dua etmiştim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam'dan, resul ve nebi olarak Muhammed Mustafa'dan razı olduk. Şimdi düşününce sanki bazı zamanlarda büyük dualar etmişim, burada anlatmaya çalışıyorum. Sanki bunlar ikindi vaktinde olmuş. İkindi vaktini seviyorum.
Bu dünyadaki hedefin nedir? İnsan hedefleri doğrultusunda yaşar değil mi? Bir şeyi hedeflediysen, hayalini kuruyorsan bunu sürekli aklında tutarsın. Ulaşmak için çabalarsın. Bir ev, araba alacak birini düşün, yatıp kalkıp bunun için çalışmıyorlar mı? Çalışmalarının karşılığını da alıyorlar. Bunlar geçici dünyanın geçici zevkleri. Peki ebedi olan bir şeyi istemez misin? İşte o Allah'ın rızası oluyor. Allah'ın rızasını kazanabilmek için mesela on sene aynı duayı et deseler, eder misin? Benim yaptığım buymuş. Allah benden razı mıdır bilemem ama ben on seneden fazla rızası için dua ettim. Sence on sene aynı duayı yapmaya değmez mi? Ömür bitti bitiyor, hepimiz öleceğiz. Kaç yaşındasın, muhtemelen o kadar daha yaşamayacaksın. O zaman dua et Allah'a, rızasını iste.
Hastanede ezan duasındaki “razıyım” duasından başka, o üç gün boyunca hiç dua edemedim. Duayı bırak Allah bile diyemedim. Hatta her zaman söylediğim “Kapındayım” sözünü dahi söyleyemedim. Kapındayım demekten korktum çünkü çok zor durumdaydım. Dayanabileceğimin son noktasındaydım. Eğer kapındayım dersem imtihan olarak sıkıntılarımın daha fazla artmasından, dolayısıyla dayanamayıp isyan etmekten korktum. Onun dışında hiçbir şey diyemedim.
Akşam üzeri Ersin geldiğinde susmuştum. İyi ki susmuşum yani. Ya da iyi ki yine başlamamış. Eda da vardı yanında. Konuştuk, ettik, ne yapabilirsin ki hastanede? az biraz konuşursun o kadar. Neler konuştuk çok hatırlamıyorum. Ersin kalkarlarken kulağıma eğildi, “La ilahe illallah de kardeşim” dedi. Onu dahi diyemedim. Sebebini Allah bilir.
O akşam Kuzenim Tolga da geldi. Tolga'nın olduğu ortam değişir, geyik muhabbeti başlar, iyi vakit geçirirsin. Diğer insanların adını vermeyeyim. Bu arada Cerrahpaşa'nın Acil'ine gittiğimizde de bahsetmiştim, ben hastanedeyken ramazandı. Onlar konuşuyor, benim konuşacak halim yok, dinliyorum. Konu oruca, zekata geldi. Birden alay eden bir grup oldu. Biri parasını düşürmüş, diğerleri “zekatı da vermiş oldun” diye konuşmaya gülmeye başladı. Kendilerinin ateist olduklarını söylediklerine göre herhalde benim de burada yazmamın bir sakıncası yoktur. Kimsenin inancını sorgulamıyorum. Kimse bu hakka sahip değildir. Başka bir şeyden bahsediyorum; ben Tolga veya diğer kuzenlerle bu konuları fırsat buldukça konuştum. Tek isteğim 'yok' ya da 'uydurulmuş' dedikleri şeye bir şans vermeleriydi. Hayat çok kısa ve sürprizlerle dolu. Ben o gecenin sabahına diyalize girmeye başlayabilirdim ya da ne bileyim beklenmedik bir olay olup sabaha ölebilirdim. Aynı şekilde beni ziyarete gelenler eve dönemeyebilirdi. Kimin başına nerede ne geleceği belli değil. O zaman bu dünya nedir? Başına bir şey gelene kadar keyif aldığın bir yer midir? Allah'a, dine sırt çevirince dünyanın öbür anlamı görülemiyor. Zekattı fitreydi kendilerince geyik muhabbeti yapıp gülüyorlar ama aslında güleriz ağlanacak halimize durumundalar. Hiç bir şeyin farkında değiller. Kiminle geyik muhabbeti yaptıklarını bilmiyorlar. Bu ayetler birazcık olsun bir fikir veriyor mu?
NECM SURESİ
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.
56. O (Muhammed) önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.
57. Yaklaşmakta olan (hesap günü) yaklaştı.
58. Onu Allah’tan başkası ortaya çıkaramaz!
59. Yoksa bu sözler sizi şaşırtıyor mu?
60. Ağlayacağınıza gülüyor musunuz?
61. Üstelik dik kafalısınız.
62. Haydi artık, Allah’a secde edin ve (yalnız O’na) kul olun.
O gün Tolga, yakın zamanda uçakta türbülans yaşadığını, korktuğunu hatta kelime-i şehadet getirmek istediğini anlattı. Bu günlüğün ilerisinde Ateistlerin Görmek İstemedikleri bölümü var. Orada Herkes Allah'ın Varlığına Şahittir - Kalu Bela Nedir? sayfasında Tolga'nın uçakta yaşadığı, korku duyunca kelimei şehadet getirmeye çalışmak ne demek ve bu olay üzerinden herkesin aslında Allah'ın varlığına şahit olduğunu ele aldım. Orada göreceksin ki Allah herkese varlığını gösteriyor. İnsanlar hesaplarına gelmediği için görmezden geliyorlar.
Pazartesi sabahı oldu. İkinci tüp takılacak. Tekrar hazırlıklar yapıldı. İndik ameliyathaneye. Yatırdılar masaya. Sırasıyla aynı şeyler yapıldı. Hoca ve diğer doktor geldi başladılar. Bu ikinci tüp bir türlü yerleşmedi. Çok uğraştılar hatta hoca bizzat kendi yaptı, denedi ama olmadı. Bu böbreğim diğerinden biraz küçükmüş, ondan olmadı herhalde. Ben masada yatarken hoca bir kan tahlil istedi, üre, kreatinin değerlerini öğrenmek istiyor. Ona göre ikinciyi takıp takmamaya bir karar verecek. Masada yatıyorum, yüz üstüyüm, hiçbir şey düşünmüyorum, bekliyoruz. Geldi sonuç, üre 177 den 124 de düşmüş. Tek tüp de iş görüyor diye hoca diğer böbreğe tüp takmayı denemekten vaz geçti.
Ben odaya yukarı çıkana kadar Bülent hoca son durumu anlatmış bizimkilere. Odaya gelince yatağa aldılar beni. Yatağın arkası biraz dik, yarı oturur şekildeyim, kafamı tutamıyorum, önüme düşüyor, gözlerim açılmıyor. Derken hoca tekrar geldi, gidebileceğimizi söyledi. O kadar sevindim ki, çıkartacağını beklemiyordum. Beklentim olsaydı belki bu kadar sevinemezdim. Neyse hoca yapacaklarımızı anlattı, çok su içmem gerektiğini söyledi. İçemezsen serum bağlatmayı sordum, "olur" dedi. İçemeyeceğimi biliyordum, midem deliniyor. Toplandık eve gidiyoruz da eve gitmek kolay değil çünkü oturamıyorum, tansiyonum çok düşük.
Sedyeyle indirdiler aşağıya. Arabanın ön koltuğuna oturacağım, sırtını yatıracağız. Aldılar arabaya tansiyonum o kadar hızlı düştü ki koltuğu tam yatırmak neredeyse yetmiyor. Üç gündür yatıyorum, doğru düzgün bir şey yememişim, tansiyonum düşük, üre, kreatinin yüksek nasıl oturabilirim.
Sırtı yatık şekilde korkuyla eve gidiyorum, tansiyonum sınırda. Korkum tansiyonum daha fazla düşerse ne yaparım. Daha fazla düz yatacak pozisyon yok. Ayaklarımı yukarı da kaldıramayız. Belki aklına gelir ambulansla gitseydik olmaz mıydı? Babamın bu konuda nasıl düşündüğünü tahmin etmelisin. Bizden çok para isterler. Aklıma İbrahim peygamberin (a.s) ateşe atıldığı sırada söylediği cümle geldi, Hasbunallahu ve ni'mel vekil. Allah bana yeter, o ne güzel vekildir. Ben ateşe atılmıyordum ya da savaşta da değildim ama zor durumdayım. Eve gidene kadar bunu tekrarladım, Allah bana yeter, o ne güzel vekildir.. Evin önüne geldiğimizde tansiyonum nispeten biraz daha iyiydi. Eve gelene kadar tansiyonum oturma şeklime alışmış olmalı. Şimdi önümüzde asansör var yani arabadan asansöre, oradan yatağıma kadar oturmam gerekiyor. Babam beni sandalyeye almadan apartmanın, asansörün kapılarını açtı, hazır duruyorlar. Hızlı bir şekilde sandalyeye aldılar. Son bir hamle ile asansöre üçümüz bindik, çok fazla oturamayacağım belli. Yukarı çıkıyoruz, yatağımın önüne gelene kadar tansiyonum daha fazla düşmedi ama belli ki bundan sonra oturamayacağım kadar düşecek. Son bir hamle ve nihayet yattım. Hayatımın en zor üç günü bitti. Evdeyim, yatağımda yatıyorum, çok şükür.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
Nazım Hikmet